23 Aralık 2015 Çarşamba

Pratik kış hazırlıkları (kalp) ben!

Çalışan, bir yandan yoga hocalığı yapan, öte yandan hafta sonlarını sosyal hayatına, dans dersine ayıran taze bir anne olarak yemek yapmaya ne kadar zamanım kaldığını hesap edebildiniz mi? Hiç yormayayım sizi, ben söyleyeyim: hiç!!:))

Diğer taraftan Arda'ya haftaiçi yemek sponsorumuz babaneyken, haftasonları yemekler benim ellerimden öpüyor. Sağolsun babanemiz çok sağlıklı ve besleyici yemekler hazırlıyor, şimdi çocuk "annem de hep tarhana hep patates pişiriyor bu ne biçim anne!" mi desin? Demesin dedim ve kolları sıvadım:




Özetle; pırasa, havuç, kabak, kereviz ve maydanozu doğradım. 


Sonra hafif yağda birkaç tur kavurdum. 


Sonra da buzdolabı poşetlerine koydum, gelecek çorbalarımın, et yemeklerimin, böreklerimin içini böylece hazır hale getirmiş oldum.

Çok sevdim ben bu işi! Geçenlerde 5 dakikada sebze çorbası hazırladım. Önceden yine doğrayıp buzluğa attığım soğanlarla bu sebze karışımını biraz da kırmızı mercimekle karıştırdım, mis gibi bir çorbam oldu:

(Suyunu koymadan evvel az suyla ve domatesle bir miktar pişirdim)

Böylece Ardiko'nun ağzına layık, benim de gönlüme sinen sağlıklı ve kolay bir haftasonu menümüz oldu :)

Afiyet olsun!




4 Aralık 2015 Cuma

Bebeğini kaybeden ilk ya da son anne sen değilsin...

Düşük.. İsmi bile üzüntü veriyor insana. Bebeğini düşürmek... Sanki elinden, sanki kucağından düşürmek, sanki senin bir suçun var. Sanki sen düşürdün, sen öldürdün onu.

Kelimeler, özellikle bizim dilimizdeki kelimeler bazen çok esnek ve aynı zamanda çok kırılgan. Sanki üzerine hiç düşünmesen sana batmaz da, sürekli beyninde dönünce iyice batıyor. Düşük... Kim koymuş acaba bu kelimeyi??..

İlk bebeğime hamileliğim tamamen gündem dışı bir hamilelikti, evliliğimin 1. ayında hamile olduğumu öğrendik! Serdar için o kadar büyük bir şoktu ki idrar testi, kan testi, ultrason sonunda bile hala inanamıyordu! Çok mutluydum, böyle bir mucizeyi beklemiyordum ama bebeklere oldum olası bayılan biri olduğum için "çok mu erken?!" buhranına hiç girmedim.

İlk ultrasona girdiğimde 5,5 haftalık hamileydim ve kalp atışlarını hemen duyduk. Hayatımda hiç tatmadığım, tarif edemeyeceğim bir heyecandı. Caddede insanları döndürüp sarılarak haykırmak istiyordum: "BEN HAMİLEYİMMM!!!"

8 haftalık kontrollerinde biraz küçük, belki biraz geriden geliyor demiş doktor. Ben de oradaydım ama negatif kelimelere tamamen kulaklarımı kapatmışım, Serdar sonradan anlatıyor, tamamen unutmuşum.

Artık 12. hafta kontrolüne çok az kalmıştı ama ben sürekli kötü rüyalar görüyor, ağlayarak uyanıyordum. Serdar artık hormonlarımın iyice cozuttuğuna kanaat getirmişti, hatta gına gelmişti ağlamalarımdan. Yapacak bir şey yok, sürekli ama sürekli ağlıyordum.

11,5 haftalıkken akşam 10:00 gibi eve geldik. Salona çöktüm, kendimi o kadar yorgun hissediyordum ki oturamadım, resmen çöktüm.. Sonra bir ıslaklık hissettim. O anda nasıl bir adrenalin salgılandıysa kendimi anında banyoda buldum. Kanama yoktu ama ufacık bir leke vardı. Ağlayarak, perişan halde banyodan çıktım, doktorumu aradım. "Merak etmeyin, bir şey yoktur. Siz yine de emin olmak için bir hastaneye gidin" dedi.

Gittik. Gidene kadar içim dışıma çıkarcasına ağladım. Biliyordum, bebeğimi kaybetmiştim.

Hastaneye girdiğimizde tatlı bir hemşire kolumdan tuttu, olanları anlattım.

"Leke kırmızı mı, kahverengi mi?"
"Kahverengi"
"Merak etmeyin o zaman. Kırmızı olsa korkun ama kahverengi lekeler olur hep"
...

Hiç rahatlamadım. Hiç "acaba?" diye bir his doğmadı içimde.

Doktoru bekliyoruz. Gelmiyor. Dakikalar sanki saat olmuş, öyle yavaş akıyor, adam gelmiyor. Sonunda teşrif ediyor, 4 tarafı cam, acayip bir odaya giriyoruz. Bir sedye, bir ultrason cihazı, bir de tabure var. Odadan nefret ediyorum. Doktordan nefret ediyorum. Her şeyden nefret ediyorum. Elimde sümüklü mendillerim, gözyaşlarım akıyor ama yüzümde ifade yok. Çok ağlamaktan mıdır nedir, artık içimi çekmiyorum, yüzümü buruşturmuyorum, göz yaşlarım kendiliğinden akıyor.

"Bir sorun mu var?" diye soruyor doktor.
"Leke gördüm"
"Bakalım.."
"Bir şey yok hayatım, bak göreceksin şimdi" diye sakinleştirmeye çalışıyor Serdar.

Sessizlik.

Doktor bir bana bir ekrana bakıyor.

"Bir sorun var."

Gözyaşlarım şiddetleniyor.

"Bebeğin kalbi durmuş"

Benimki de durmak üzere. Hatta dursa ya. Şuracıkta dursa!..

"Maalesef hanımefendi, 9,5 haftalıkken bebeğinizin kalbi durmuş. 2 haftadır onu içinizde cansız taşıyormuşsunuz. Hemen almamız lazım, yarın gelin sabahtan halledelim."

Halledelim... Halledelim.. Bu kelime beynimde dönüyor... Neyi hallediyoruz? Neden hallediyoruz? Nasıl hallediyoruz?...

Ve başlıyorum hönkürerek, bağırarak ağlamaya. Serdar sakinleştirmeye çalışıyor ama başarması imkansız. Beni bir sedyeye yatırıyorlar, perdelerle ayrılmış sedyelerin olduğu bir odada. Hemşireler perdenin arkasından birbirlerine bir şeyler fısıldıyor. Serdar annesini arıyor, ağlayarak "bebeği kaybettik" diyor. Kaybettik. Belki "düşük" yerine bu kelime kullanılmalı.

Gece anneler eve geliyor. Benim ağlamaya bile halim kalmamış. Ertesi gün o nefret ettiğim doktora ve hastaneye gitmiyorum, başka bir doktora gidiyorum.

Rahmime 2, dilimin altına 2 hap koyuyor doktor ve bebeğimi birkaç saatlik sancının ardından doğurarak bedenimden ayırıyorum.. Doktor düşen bebeğimi bana gösteriyor, çünkü bazı anneler görmezse inanmıyorlarmış bebeklerinin öldüğüne. Kolları var, bacakları var, koca bir kafası var. Tabi ki minnacık. Daha 9,5 haftalık. Ama bebeğim o benim. Ve artık yok.

Uzun bir süremi alıyor şer'rin içindeki hayrı görmem. Boynunda sıvı birikimi olmuş, yani yaşasa büyük ihtimalle bir özrü olacakmış. Zaten düşüklerin hemen hemen hepsi, bir sorun olduğu için düşermiş. Yani düşmese belki 4. veya 6. ayındaki tetkiklerde ileri derecede sorunlar tespit edilecek ve artık geri dönüşü olmayan bir yolda hem bebek hem bizim için oldukça zor bir dönem başlayacakmış.

Ayrıca planlı bir hamilelik olmadığı için tüm kan değerlerim, vitaminlerim, hormonlarım alt üst durumdaymış. Yani bebeğe muhtemelen yeterli besin sağlayamayacakmış bedenim.

Başka şaşırdığım bir şey ise, önce bu yaşadıklarımı sadece benim yaşadığımı sanmam, sonra ise çevremde pek çok kişinin yaşadığını öğrenmem oldu. Nedense saklamışlardı, nedense utanmışlardı, nedense konuşulmuyordu düşükler. Oysa belki bilseydim çevremde bunca düşük yaşandığını, kendimi bu denli beceriksiz, eksik, yalnız hissetmezdim.

Şimdi Dünyalar tatlısı bir oğlum var. Hamileliğin ilk 3 ayı elim kalbimde gezdiğim, güzel bir hamilelik ve nispeten zor da olsa güzel bir doğum sonunda kavuştuğum, her an'ına şükrettiğim, gözlerimin içine, taaa içine bakan, saçlarımı okşayan, beni öpücüklere boğan,...



Diyeceğim o ki, eğer sen de bebeğini kaybettiysen, eğer sen de benim bir zamanlar yaşadığım gibi büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntü yaşıyorsan, eğer sen de "acaba bir gün bebeğim olacak mı?" diye endişeleniyorsan... Merak etme! Hepsini yaşayan binlerce insan var. Hepimiz ÇOK üzüldük, hepimiz aylarca toparlanamadık. Hepimiz geceler boyu aldığımız bebek eşyalarına sarılıp ağladık.

Şunu gerçekten içten hissederek inan; olan her şey, hayırlısı öyle olduğu için oluyor. Ve inan, hepsi geçiyor, sana saf mutluluklar getirecek yeni bir bebek en doğru zamanda geliyor.

Merak etme!...

2 Aralık 2015 Çarşamba

Doğum, annenin yeniden doğuşudur..

Bir yerlerde okumuştum, kadınlar doğurduklarında bedenleri de 10 yaş gençleşirmiş. 3 çocuk doğursam, vuhuu 30 yaş! Fıstık mı olurum, kabuklu yer fıstığı mı olurum şimdilik bilemiyorum:))

Doğum sürecinde vücudun kendinden geçtiği bir gerçek. Hormonlar cozutuyor, zavallı iç organlar oradan oraya sıkışıyor, göbek kendini aşıyor, kalçalardan hiç bahsetmiyorum bile! Sen kendini gergedan gibi hissederken mankenlerden biri doğumunun 2. günü Instagram'da bir resim paylaşıyor, ne (afedersiniz) göt, ne göbek! Tabi seni alıyor bir telaş.

Bu kilolar nasıl gidecek? Bu göbek zaten patlamaya ramak kalmış vaziyette, hiç eski halini alır mı? Saçlarım bile beni bıraktı, ben de beni bıraksam mı diye bir bunalıma, bir depresyona girebiliyor insan.

Oysa ki unutmamak lazım, nasıl ki beden 9 ayda bu hale geldiyse, geriye dönmesi için de minimum 9 ay verin diyor uzmanlar. Hakikaten, hala benimle beraber olan +4,5 kilomu saymazsak, eski vücuduma geri döndüm. O 4,5 kg nerede bilemiyorum (göbüşüm var artık ama 4,5 kg'lık değil tabi). Yani şunu demek istiyorum, biz manken değiliz, doğurduktan 2 gün sonra da manken gibi olmamız beklenemez, beklenmemeli.

Doğumdan sonra pelte haline gelmiş kaslarınızın toparlanması için, doğum sonrası yoga yapılmasını şiddetle tavsiye ediyorum. Özellikle pelvis, sırt ve karın kaslarınız bana dua edecek, bana güvenin! (Sezaryen olmuş bayanların doktorlarından izin almadan yoga dahil hiçbir sporu yapmaması önemlidir.)

"Neleri evde yapabilirim?" derseniz sizin için birkaç poz hazırladım:

1. Kobra Pozu (Bhujangasana): Yüz üstü yere uzanın. Elleriniz göğsünüzün iki yanında, omuzlar kulaklardan uzak, dirsekler bedene yakın, topuklar birleşik olsun. Nefes alırken göğsünüzü kaldırın, başınızı hafifçe geriye atın. Birkaç nefes bu pozda kalın, nefes verirken başınızı yere koyup dinlenin.


2. Yere Bakan Köpek Pozu (Adho Mukha Svanasana): Deminki pozdan geçiş yapabilirsiniz. Ayak parmaklarınızı yere takın, nefes alın, nefesi verirken kalçaları kaldırın. Başınız sarkmasın, topukları mümkün olduğunca yere yaklaştırmaya çalışın. Birkaç nefes bu pozda kalın ve keyfini çıkartın. 

3. Bebek Pozu (Balasana): Yere bakan köpek pozundan sonra, dizlerinizi kırın, eller aynı yerinde kalsın, kalçaları topuklara indirin. Ellerinizi de bedenin yanına getirin. Alın yerde, dinlenmenin keyfini çıkartın. Hiçbir şey düşünmeyin. Bebek ağlayabilir, olsun, annesinin rahatladığını o da hissedecek :))

4. Çömelme Pozu (Malasana): Bakın, balasana'dan malasana'ya geçiyorum, öyle de ahenkli, öyle de şairane geçişlerim vardır:)) Şaka bir yana, hem hamilelik boyunca, hem de sonrasında pelvis kaslarınız için biçilmiş bir kaftandır çömelme pozu. Yaşça büyük öğrencilerimin çok kolay yaptıkları, ancak gençlerin zorlandıkları bir poz, çünkü artık tuvaletlerimiz Ala-franga! Neyse uzatmıyorum, poza geçiyorum: 

Bebek pozundan yavaşça kalkın. Ayaklarınızı mat genişliğinde açarak yerleştirin. Çömelme pozuna geçtikten sonra lütfen yaylanmayın, kalkıp inmeyin. Bu pozda kalın. Ellerinizi dua pozuna getirin, dirsekleri alt bacakarınızın önüne yerleştirin ve ellerinizi göğsünüze yaklaştırın. Bu şekilde güzel bir açıklık elde edeceksiniz. Birkaç nefes bu pozda kalın.



5. Derin Dinlenme pozu (Savasana): Yok, bitirmedik, arada dinleniyoruz sadece. 1 nefes, 2 nefes, bebeğinizin size ne kadar izin verdiğine göre değişir. 


6. Yarım Köprü Pozu (Setu Bandha Sarvangasana): Ellerinizi yere döndürün. Dizlerinizi kırın, ayaklarınızı yere basın. Nefes alırken beli yere bastırın, popoyu kaldırın ve yavaşça sırtınızı yerden kaldırın. Nefes verirken omurlarınızı tek tek indirin, en son popoyu rahatlatın. 3-4 kere tekrarlayın.


7. Kiegel Egzersizi: Bu egzersizi günlük hayatınızın ayrılmaz bir parçası yapın. Ciddiyim! Dilerseniz TV izlerken, kahve içmek için otururken, dilerseniz de deminki yarım köprü pozundan sonra kalçalarınız yerdeyken yapabilirsiniz. Yapmanız gereken pelvis kaslarınızı sıkıp bırakmak. Bunu, tuvaletinizi tutarmış gibi yapmak olarak düşünebilirsiniz. Özellikle normal doğum sonrası gevşeyen rahim ağzı kasları için önemli bir çalışmadır. 

8. Bot Pozu-Dizler kırık (Paripurna Navasana): Karın kasları için ideal bir çalışma daha. Deminki pozdan devam edelim, bacakları dizlerden kırarak kaldırın. Nefes alırken kollarınızı karşıya uzatarak üst bedeni yerden kaldırın. Öncelikle resimdeki gibi beliniz yerden kalkmak zorunda değil. Karın kaslarınız kuvvetlendikçe belinizi de kaldırabilirsiniz. Kim bilir, yakında belki dizlerinizi de düzeltirsiniz ;)


 
(bu da mükemmel bir versiyonu, ne dersiniz, denemeye değer değil mi?)


Son olarak Savasana (derin dinlenme) pozunda 3-4 nefes dinleniyor ve derin bir OMMM çekerek bebeğimize geri dönüyoruz :)



26 Kasım 2015 Perşembe

Bebek Yapım Bebek Onarım

Bebek Yapım Bebek Onarım; daha önce bu adı duymamış olan var mı? Duymadıysanız sizi ivediyetle bebekyapimbakimonarim.blogspot.com.tr sayfasını ziyarete davet ediyorum. Ben çok faydalandım, hala da gelen yazılardan faydalanıyorum.

Dr. Tomris Cesuroğlu'nun paylaştığı son yazıyı tüm emziren annelerin muhakkak ama muhakkak okuması gerektiğini düşünüyorum. Linki burada (tık tık). Özetle mama firmaları, WHO (Dünya Sağlık Örgütü)'nün asla söylemediği bir şeyi söylemiş gibi lanse ederek bu aralar şöyle bir kampanyaya başladılar: bebek her gün 500 mg süt almalı. E şimdi sen emziriyorsan, yani sağıp bebeğine vermiyorsan bunu ölçme imkanın yok di mi? Üstelik her bebek aynı değildir, emmek de sadece doymak için değil, kimi zaman bebeğin huzur bulmak, kimi zaman güvende hissetek için ihtiyacıdır. O yüzden asla ve asla ölçümlenemez.

Mama verirseniz ne olur? Aşağıdaki diagramda özetlenen olur:



Bunu daha önce de yazmıştım. Anneleri kullanarak bebekleri mamaya boğan zihniyete en çok hizmet edenlerin "anne"(!) blogger olmasına aşırı sinir oluyorum! Nasıl bir vicdan, nasıl bir bilgisizlik? Alacağınız 2-3 bin TL için büyük bir yalana ortak oluyorsunuz. İnanamıyorum!

Yapmayın lütfen, hemen hemen her kadın yaradılış olarak 4 çocuğu aynı anda besleyecek sut bezi kapasitesiyle doğuyormuş. Düşünsenize, biz 1 tanesini doyuramıyoruz neredeyse!! Süt yapımı vücuttaki oksitosin ve endorfinle orantılıdır. Yaniii strese giren anne = azalan süt. Bunu bir kere kafanızda bir kenara yazın.

Hepimiz yaşadık, bebeğimiz ağlayınca çevreden gelen klasik ilk tepki: "Ouuvv sütün mü az?". Buyurun size yetersizlik yüklemesi! Bebek uyumayınca, bebek Dünya'yı tanımak adına elini ağzına sokunca, bebek mızırdanınca, göğüsleriniz şiş olmayınca,... Çevreye hiç aldırmayın! "Sütün mü yetmedi?" "Bence mama ver, doyan çocuk çok uyur" "Ayy yavruuum, aç bu çocuk, bak çipil çipil bakıyor" laflarına kulaklarınızı tıkayın.

Mama firmaları hepimizi enayi yerine koyuyor. Lütfen içgüdülerinizi dinleyin ve bebeğinizi booool bollll emzirin.

İmza: Herkese göre çok az sütü olan, ara ara bebeği açlıktan ağlamasına rağmen anne sütü harici bir şey vermemiş, sütünü arttırmak için 40 takla atmış emziren anne (ilk emzirme çalışmalarımdan bir kare, ah zor ama güzel zamanlar..)


24 Kasım 2015 Salı

Yulaf Kepekli Krep

Arda'ya hazırladığım klasik kahvaltısından bazen ikimiz de sıkılıyoruz. Doktorumuz bulamaç gibi hazırlanan kahvaltıları, blenderla yapılan püreleri kesinlikle tavsiye etmediği için biz de en başından beri büyük insana hazırlar gibi hazırlıyoruz kahvaltılarını. Genellikle haşlanmış yumurta, beyaz peynir, biraz pekmez, yaz zamanı salatalık, kepek ekmeği, ıhlamur ve meyve rendesi ile tamamlıyor kahvaltısını.

Bu aralar kendi kendine yemesi için alıştırmalar da yaptığımız için bu tarifi çok seviyorum. 

Malzemeler:
1 yumurta sarısı
1 tatlı kaşığı yulaf kepeği (İpek Hanımın Çiftliği'nden almanızı özellikle tavsiye ederim)
1 tatlı kaşığı tam buğday unu
Çok çok az tuz
Aldığı kadar su

Yapılışı:
Tüm malzemeleri karıştırın. Yağlanmış bir tavada 2 tarafını güzelce pişirin. 


Bebeğinize de afiyetle yemek düşer :) Aynen şöyle:







Hangimiz daha iyi anneyiz?






Arada fark var mı?







Geçen gün 4 yaşında çok tatlı bir oğlu olan bir bayanla tanıştım. Yoğun bir iş hayatı var ve elbette iş-çocuk-ev üçgeninde çok yorulmuş zamanında. Çalışan anne olmaktan bahsederken dedi ki "Esas bizler en zorunu yapıyoruz, bana kalırsa sadece çalışan anneler 'gerçekten' anne. Yoksa, çalışmayan anneler anne değil bence." Tam kelimelerini hatırlamıyorum ama aşağı-yukarı bunu söyledi.

Cevap vermeden önce söylediklerimde samimi miyim diye kendi içime sordum. Evet, samimi bir şekilde aşağıdakileri söyledim:

"Anne olmak ne olursa olsun zor. Evde olunca da baba kişisi bebek tüm gün ağlamış, hiç durmamış anlamaz, yine de evin derli toplu olsun ister, 2 kap yemek olsun ister. Her anne için annelik zordur."

Aslında daha çok şey var söylenecek ama söylemedim, sonuçta karşımdaki kişiyi ikna etmek gibi bir çabam yoktu ve üstelik ortada bir tartışma yoktu.

Çalışan/çalışmayan anne diyaloglarını bu ara oldukça fazla duyuyorum (algıda seçicilik olabilir). Çalışan anneler kimine göre en fedakarı, kimine göre bencili. Çalışmayan anneler kimine göre en rahatı, kimine göre en cefakarı. Var mı bunun doğrusu, hangimiz daha iyi anneyiz bilen var mı?

Çalışan anne olarak şunu söyleyebilirim, bazen işte dinleniyorum. Gerçekten. Eve döndüğümde olan sınırlı zamanımı daha efektif kullanabilmek için tüm enerjimi oğlum uyuyana kadar harcıyorum ve kendime göre kaliteli zaman geçiriyorum. Hafta sonlarını iple çekiyorum, hafta sonu olunca oğlumla bir sürü oyunlar oynuyorum, dans ediyorum, yoga yapıyorum,...

Çalışmayan anne çok az oldum, sadece 1,5 ay. Zaten bu süreç lohusalık dönemime de geliyordu. Üstelik ilk 1 ay evde ya benim ya da eşimin annesi kalıyordu. Bu nedenle "çalışmayan anne" sıfatıyla yorum yapmayacağım. Ama şunu çok iyi biliyorum; Arda bazen hiç beni bırakmıyorken ve tuvalete bile gidemiyorken ev işlerini hiiiiç sallamıyorum, zaten sınırlı zamanım var ve çalıştığım için de eşimin benden böyle bir beklentisi yok. Olsa da yapmam zaten.

Kendimi çok iyi tanıyorum, eğer çalışmıyor olsaydım ev işleri yapmak "zorunda" hissedecektim. Eşimi de çok iyi tanıyorum, o da eğer yapmasaydım "zaten çalışmıyorsun, bir yemek, 2 ütü, azıcık ev toplamak ne kadar zor olabilir ki?" diyecekti. Oysa belki de o gün ben tuvalete bile zor gitmiş olacaktım.

Toparlamam gerekirse, çalışan anne çalışmayan anneden daha üstündür, yok efendim işini bırakıp bebeğine bakan anne daha yücedir gibi bir şey yok! Annelik anneliktir. Hangi anne sabaha kadar ağlayan bebeğini yok sayabilir? Hangi anne hastalanan bebeğiyle ilgilenmez? Hangi anne çocuğuyla oyunlar oynamaz, ona şarkılar/ninniler söylemez?

Bırakalım bu işleri. Hepimiz anneyiz, her birimiz bebeğimiz için EN iyi anneyiz.


22 Kasım 2015 Pazar

2 yaş krizi


Ecnebiler malum bu 2 yas krizine "Terrible twos" diyorlar ve ekliyorlar; "terrifying threes, horrible fours". Özetle, kendini kandırma arkadaş, bundan sonra sana rahat yüzü yok.

Olanla ölene çare yok deyip kabullenenlerin bu süreci çok daha kolay atlattığı bir gerçek. Kendince çocuğunu "bozuk" addedip düzeltmeye çalışanlar için ise hayat tam anlamıyla zindana dönüyor. 

Daha Arda 10 aylık olduğu için bunlar sadece arkadaşlarımdan gözlemlediklerim. Biz ne yaparız, hangi sinir krizlerinden girer, hangi kafayı yemelerden çıkarız inanın şimdiden düşünmek dahi istemiyorum :)

Bana bunları yazdıran ise demin caddede gördüğüm bir aile. 

Önce çocuk dikkatimi çekti. Dünya tatlısı bir çocuk, tatlı tatlı yürüyordu. Hatta içimden "ayyy Arda da böyle yürüyecek ne kadar tatlı." Diye geçirdim. 

Bir süre gözümden kayboldular. Bu süreçte ne olduysa, tekrar gördüğümde çocuk çığlık çığlığa ağlıyordu (merhaba 2 yas krizi). Babası omzuna attı oğlanı, bir müddet böyle yürüdüler ama tabi çocuğun çığlıkları aynen devam ediyordu. Yaklaşık 10 adım sonra (yani çok uzun bir süreçten bahsetmiyorum) adam bezgin bir şekilde çocuğu bir banka oturttu ve arkasına bile bakmadan gitti! Evet, gitti!!!

Çocuğun annesi de arabasını sürüyordu, kadın da bir süre adamla devam etti. Çocuk ağlamayı kesmiş, şok vaziyette anne-babasının gidişini izliyordu. Neyse ki annesi bir süre sonra geri döndü ve çocuğu banktan aldı. 

İzlediğim bu manzara karşısında dehşete düşmüşken bir yandan da olayın 2 tarafının hislerini anlamaya çalıştım. Baba ne gibi bir "ders" vermek aracıyla evladını terk eder-miş gibi yapmıştı? Çocuk, neden ağlıyordu ve anne-babasının onu böyle bir kalabalıkta bir başına bırakmalarından ötürü nasıl hissetmiş, bilinçaltına nasıl bir kayıt kazınmıştı??

O adama sormak isterdim, hayatta en güvendiğin insanlar seni hiç tanımadığın insanlarla dolu bir yerde bir başına bırakıp arkalarına bile dönüp bakmadan gitseler ne hissederdin?? Bu kadar kolay mı terk edebilir "baba figürü"?..

2 yaş krizi, 3 yaş buhranı demeden bebeklerimizi anlamamız gerek. Onların bilinçaltlarına yaptığımız her hareketin, kurduğumuz her cümlenin yazıldığını bilerek, davranışlarımızı ve sözcüklerimizi özenle seçmemiz gerek. 

Çocuk sahibi olmak çok kolay da, ana-baba olmak zor zanaat...


19 Kasım 2015 Perşembe

Bulaşık makinesinde Arap sabunu deneyi - sonuçlar

Size 1 iyi, 1 kötü haberim var.

İyi haber; bulaşık makinesinde Arap Sabunu nasıl kullanılır çözdüm!! Önce iyi haberden başlamayı severim, bunu bir anlatayım.

Öncelikle Nazar marka portakal kokulu sıvı Arap sabunu aldım, portakal kokusu Arap sabunu kokusunu sevmeyenler için iyi bir alternatif. Bulaşık makinesinin 3 kademeli deterjan gözünün 1. kademesine kadar sıvı Arap sabunu koydum. Parlatıcı kısmında zaten daha önce tarifini burada(tık tık) anlattığım elma sirkesi bulunuyor. Aldığım Arap sabununun resmi:


Bulaşık makinesini 70 Derecede çalıştırdım. Denemek isteyenlere de tavsiyem, en yüksek sıcaklık ayarında çalıştırmaları. 

Sonuç: pırıl pırıl bulaşıklar, mis kokulu makine.

Gelelim kötü habere:

Duyduğum kadarıyla Arap sabunu bulaşık makinesi filtresinde birikme yapıyormuş. Büyük ihtimalle daha çok katı Arap sabunu buna sebep oluyor. Ama makineyi riske atmak ile atmamak arasında gidip geliyorum..

Şu aralar Arda için aldığım organik bir temizleyici markası var: Friendly. Şimdilik evde yer temizleyici, çamaşır makinesi deterjanı ve elde yıkanan bulaşıkları için bulaşık deterjanını kullanıyorum. 





Daha önce Joker'de bulaşık makinesi deterjanını da görmüştüm ama şimdi kalmamış. Yakın zamanda gelecekmiş. O gelene kadar Arap sabununu, geldikten sonra da aşağıdaki ürünü kullanmayı planlıyorum.


Arap sabunuyla aşkımız kısa sürecek gibi gözüküyor. Ama yine de nihayetinde bir süre beni idare edecek. Daha iyi (ve daha ekonomik) bir çözüm bulana kadar benim çözümüm bu.




18 Kasım 2015 Çarşamba

Çocuk doktorunu seçmek önemli mi?

Kadın doğum doktorunu seçmek için uzun bir zamanı oluyor insanın. Benim ilk doktorum, ilk bebeğim düştüğünde gittiğim ve sonrasında da kontrollere devam ettiğim doktordu, seçmek kolay olmuştu.

Sonra maalesef o doktor ve hastane büyük bir hata yaptılar, yeni doğan bebekleri karıştırıp, üzerine annelerden birinin ölümüne sebep oldular (daha doğrusu engelleyebilirken yeterli önlemleri almadılar). Bu olay olduğunda ben tam 7 aylık hamileydim! Tabi beni aldı bir telaş!..

Kısa bir süre sonra yeni doktorumu buldum. Muhteşem bir doktor, bilim insanı, anne,... Kendisi ayrı bir yazı konusu :)

Doktorum Prof. Dr. Neşe Kavak, aynı zamanda Academic Hospital Yön. Kur. Başkanı olduğu için, haliyle doğum yapacağım hastaneyi araştırmama gerek kalmadı :) Bu sürecin epey zor olduğunu muayenehane doktoruna gidip hastane seçmek zorunda kalan arkadaşlarımdan biliyorum. Academic Hospital, açıkçası otelcilik hizmetleri açısından çok lüks olmamakla beraber, hemşiresinden hasta bakıcılarına kadar tüm ekibinden memnun kaldığım bir hastane oldu. Ayrıca o lüksün de çok gereksiz olduğunu anlamış oldum...

Hemşirelerden ve hizmetten bu kadar memnun kaldığım için hiç çocuk doktoru araştırmadım ve doğum sonrası gelen doktorun Arda'nın doktoru olmasına karar verdim. Yalnız şöyle bir sorun vardı, doktorumuz telefonla aradığımızda açmıyor, sadece whatsapp ile soruları cevaplıyordu.

(Burada bir parantez açmak istiyorum. Benim teyzem de çocuk doktoru ancak bize çok uzak ve kalabalık bir hastanede olduğu için ona gitmiyoruz. Fakat yıllardır gece/gündüz/pazar/tatil demeden her saniye telefonuna bakar ve en saçma soruları bile -evet bazen saçmalayabiliriz, normal- büyük bir sabır ve sevgiyle cevaplar. Kafamdaki "ideal çocuk doktoru" profili budur.)

Günler geçtikçe soracağımız daha çok şey oluyor ancak whatsapp ile iletişimimiz bir yere kadar ilerliyordu. Bir gün bize göre önemli (muhtemelen aslında önemsiz) bir soru sorduk ve cevap alamadık. İşte o gün Serdar resti çekti ve yeni bir doktor aramaya başladık.

Yine çok şanslıydık, karşımıza Mehmet Can gibi mükemmel bir çocuk doktoru çıktı. Daha sitesine girer girmez kendisine ısındım, şöyle demişti:

Çocuklarınızı; korkmadan, üşenmeden, bıkmadan, doyasıya kucaklayınız.
Çünkü; gün gelecek kucağınıza, gün gelecek yatağınıza, gün gelecek
yuvanıza sığmayacaklar!  


Sitesini biraz kurcaladığımda 4 çocuk sahibi, whatsapp'la iletişimi soğuk bulan, "beni lütfen her saat arayın" diyen, sorularıma (gecenin 3'ünde dahi olsa) büyük bir sabır ve sevgiyle cevap veren, Arda'yla çok güzel iletişim kuran ve oğluma mama/devam sütü/... gibi abudik gubudik şeyleri asla önermeyen bu tatlı doktoru daha çok sevdim.

İlk gittiğimizde bizi karşısına aldı ve uzun uzun konuştu, bebeklerin ağlama nedenlerinden tutun da, nasıl emzirmem gerektiğine kadar her şeyi anlattı. Benim gibi çok konuşmayı ve çok öğrenmeyi seven biri için bu bulunmaz bir nimet!

Arda'yı Mehmet Bey'e götürmeye başladıktan sonra anladım ki aslında çocuk doktorunu seçmek ÇOK önemliymiş! En az doğumu yapacak doktoru seçmek kadar önemli! Üstelik bebek ilk doğduğunda hem daha sık doktora gidildiğinden, hem de daha çok bilinmezle karşı karşıya kalındığından en baştan itibaren iyi bir doktorla başlamak gerekirmiş.

Siz siz olun, eğer hamileyseniz daha doğum gerçekleşmeden çocuk doktorunuzu iyice araştırın. Gidin, görüşün, içinize sindirin. Bebeğinizi emanet edeceğiniz doktorunuzu seçmek sandığınız kadar kolay olmayabilir..

12 Kasım 2015 Perşembe

Hey 15'li 15'li..

"Doğan büyür" diyenlere gözlerimi (içimden) devirdiğim doğrudur. İlk günler nasıl geçmek bilmediyse artık, Arda'nın hiç büyümeyeceğine, bir daha asla istediğim gibi banyo bile yapamayacağıma çok emindim. Lohusalık işte; beyin hücreleri yanıyor tabi, mantıklı düşünemiyor insan!

Daha 2 gün evvel doğuma gitmiyor muydum? Hani karnım burnumdaydı da ayaklarımı bile göremiyordum. Yahu dün daha Arda dönencesini takip etti diye evde Kızılderili dansı yapmamış mıydık? Daha demin ilk "agu"sunu söylememiş miydi??

(Arda doğduğunda çekilen o muhteşem kare.. Arda ve kakası :)) )

Vay beee... 10 ay olmuş! Ne zaman olmuş? Nasıl olmuş? 



Hakkaten doğan büyüyormuş arkadaş!

Doğan büyüyormuş. 

10 Kasım 2015 Salı

Blogger olmanın nimetleri(!)

Blog yazmaya 5-6 yıl önce başladım. Yazdığım her blogumun amacı aynıydı; dijital günlük tutmak ve insanlarla bir şeyleri paylaşmak. Ben başladığımda buralar daha dutluktu, herkesin amacı da 3 aşağı 5 yukarı buydu.

Sonra bir patlama oldu; blogger patlaması. O sırada annemin şirketinde çalışıyordum, kozmetik ürünleri üretiyorduk. Sanki sözleşmişler gibi (ya da sözleşmişler miydi?) sürekli bloggerlardan mailler gelmeye başladı. İçerik hemen hemen hepsinde aynıydı; "xxx kadar takipçim olan abc.com blogumda ürünlerinizi tanıtmamı ister misiniz?" ve tabi ki "aşağıda bulunan birbirinden güzide bloggerlarla yiyeceğiz, içeceğiz, adına blogger buluşması diyeceğiz, yediğimizi/içtiğimizi bedavaya getirmeyi bırakın, bir de üstüne sizden hediye isteyeceğiz".

Ben bugüne kadar denemediğim hiçbir şeyi yazmadım, zinhar parayla bir tanıtım yapmadım. Zaten aktif olan 4 bloguma baksanız, toplamında 4 üründen bahsetmiyorumdur. Bahsettiklerim de gerçekten araştırıp, parasını verip aldığım ve kullandığım ürünlerdir. Beğenmezsem de neden beğenmediğimi yazarım. Blog yazmanın amacı bilgi paylaşmak değil miydi??

Gel zaman git zaman, pireler deve, bloggerlar tellak oldu. İçerikleri aynı, kendi düşüncelerinden tamamen arınmış, mis gibi advertorial yapar oldular. Düşünmelerine gerek yoktu, yazmak için uğraşmalarına da... Ajansların ellerinden mis gibi çıkan yazıları kopyalayıp yapıştırdılar, misss gibi blog sahibi oldular.

Bu da yetmedi, takipçi "satın aldılar", like "satın aldılar" trafik "satın aldılar". Hiçbir şeyi kendilerinin yapmalarına gerek yoktu. Birazcık yatırımla tüm kozmetik, yeme-içme, tatil ihtiyaçlarını bedavaya getirmenin harika yolunu buldular. Ürün/hizmet talep edip de karşılık bulamadıklarını ise itinayla tü-kaka diyerek karaladılar.

Hadi bu işin geyik kısmı. "Ayy bu fondöten cildimi mükemmel kapattı!" sana ne kadar zarar verebilir ki? En fazla bütçene zararı olur; gereksiz ve işe yaramayan bir ürünü daha alırsın. Ancak olayın daha tehlikeli bir boyutu var: Anne blogger'lar.

Anne blogger'lar (ki sonuçta ben de bir anneyim ve blogger'ım ama bu bahsedeceğim arkadaşlarla asla aynı şeyi yapmam) genellikle instagram üzerinden ve yine genellikle bebeklerinin birbirinden şirin (!) binlerce fotoğrafını paylaşarak ünlenmiş durumdalar. Bunun bence en belirgin sebebi, yazacak şeylerinin azlığı ve bebeklerini herkesin önüne sürerek onların üzerinden popülerite kazanmanın kolaylığı. Çoğunun blogunda gerçekten bir blog yazısı görmek için epey araştırmanız gerek.

Sorun nerede derseniz, bu anne blogger'lar örneğin "anne sütüne eşdeğer" olduğunu iddia eden mama firmalarının (ki bu ayrı ve uzun bir yazı konusu) lansmanlarına katılıp "aman da bebeğime ne güzel devam sütü zıkkımlıyorum" şeklinde yazılar yazarak onları çılgınlar gibi takip eden binlerce annenin bebeklerini (bana göre) zehirlemelerine ön ayak oluyorlar. Veya aslında çocuğunda denemediği ve muhtemelen denemeyeceği bir kozmetik ürününü (misal pişik kremi) yazıp, ne kadar mikemmel olduğunu anlatıyorlar. Grip aşısı, televizyon kanalı, organik bebek maması, gaz giderici çay, süt arttırıcı içecek..

Diyeceğim o ki, blog okurken daha dikkatli olmak lazım, yazı başına 1.500 TL aldığı için mi yazmış, yoksa gerçekten denemiş de mi yazmış bakmak lazım. En önemlisi de internet denen bilgi çöplüğünde her gördüğüne, her okuduğuna inanmamak lazım.

Bulaşık makinesinde Arap sabunu kullanmak ya da kullanmamak.. işte bütün mesele bu!

Efendim bu iş kendi çapımda epeyce çetrefillendi.. Şöyle ki; Arap sabununun markası, kıvamı, konan miktarı ve yıkama derecesi ile alacağınız sonuç epey alakalı.

Bendeki Arap sabununun markasını bilmiyorum (kayınvalidem fazlaca alıyor ben de ondan araklıyorum :P ) Dikkat edilmesi gereken hususlar:

- Makinenin en yüksek derecesinde ve uzun programda yıkama yapmak gerek (65-70 oC)
- 1 tatlı kaşığı Arap sabunu kafi geliyor, fazlasını koymamak gerek
- Lofçalı diye bir markayı kullanan bir arkadaş memnun kalmış, ABC kullanan bir diğeri ise aynı benim yaşadığım sorunu yaşamış..
- Elma sirkesi muhakkak kullanmak gerek.
- Her makinenin programı aynı değil, bunu da göz önüne almak gerek.

Tüm bunları göz önüne alarak tekrar deneyeceğim. Bir de sıvı Arap sabunu aldım, katısıyla yine aynı sonuç olursa sıvıyla deneyeceğim. Eğer yine sonuç hüsran olursa organik veya doğal (olduğuna inanmak istediğim) bir bulaşık makinesi deterjanı alacağım. Artık kısmet :)

Siz siz olun, bebeğinizin bulaşıklarını makinede Arap sabunuyla yıkamayı deneyecekseniz, öncelikle 3-4 parça kendi tabak-çanağınızdan koyun. 4 gündür aynı bulaşıkları belki 25 kere yıkadım, kaynar sularda beklettim, neler neler yaptım. Hala tam çıkmadı :( Ah kafasız kafam! 

5 Kasım 2015 Perşembe

Veee beklenen sonuç...

...

Maalesef hüzün :(

Olmadı, olamadı. Arap sabunu artıkları bulaşıklarımın üzerine adeta yapıştı da çıkmadı.

Allah'tan bugün Hamide günüm (=temizlik günüm) de kadıncağıza gazladım onca bulaşığı. Yoksa kafayı yerdim! Son bir umut durulama programında çalıştırdım ama ı-ıhh. Bir de Arap sabununun o korkunç kokusu da bonusum oldu. 

Neden olmadı, nasıl olmadı, olan nasıl oldurdu gibi onlarca sorum var. Hemen bilim adamı önlüğümü giyiyor ve internet dehlizlerine araştırmalara dalıyorum. Tek bir deneyle pes edecek değilim, bekle beni deney dolu günler. 

Eğer başarılı olan bir formül bulursam derhal paylaşacağım. 

Ay hadi inşallah!...

Ev Yapımı Elma Sirkesi (İbrahim Saraçoğlu Stayla)

Annem tam bir "sağlıklı yaşam" delisidir. Çok yoğun bir iş temposu olmasına rağmen evimizde dönem dönem her türlü abudik gubudik doğal şeyi dener, muhakkak her gün değişik bir şey içirir bize.

Kefir, kombucha (nam-ı diğer kombu çayı), maydanoz-limon suyu bunların başlıcaları. Bir ara ev kombucha mantarı üretim tesisine dönmüştü. Kavanoz kavanoz herkese dağıttı kadıncağız. Hala içiyor kendisi.

En son ev yapımı sirkeye taktı kafayı. Bir dönem her sabah 1 bardak suya 1 yemek kaşığı elma sirkesi (marketten aldığımız, Kühne marka) koyup içiyordu. Bütün sindirim sistemini temizlediğini düşünüyordu. Bir süre sonra midesi yandı, vazgeçti. Ama elma sirkesine olan takıntısından vazgeçmedi.

Sonunda aradığı tarifi İbrahim Saraçoğlu'ndan bulmuş, hemen yaptı ve hepimize dağıttı. Tarifi şöyle:

Malzemeler:
8 tane kırmızı elma
2 litre içme su
2 yemek kaşığı bal
1 tatlı kaşığı tuz (tercihen kaya tuzu)
2 litrelik cam kavanoz

Bana verdiği tarif şöyle: Elmaları güzelce sapından ve çekirdeğinden ayırıp doğrayarak kavanoza koy. Su ve diğer malzemeleri eklemiş ve kavanozun ağzına tülbent koyarak lastikle bağla (burası önemli, ağzını tülbentle kapamazsak böceklenirmiş). İlk hafta her gün karıştır, sonra haftada bir karıştır.  1 ay sonunda üzerinde sinekler oluşunca sirken tamam! Sirke hazır olduğunda kombucha'daki gibi bir maya tabakası oluşacak, bu altından da daha değerli diyor İbrahim Saraçoğlu. Bir sonraki sirkeni bal koymadan, bu mayayla mayalayabiliyorsun. Mayalar benimkinde durdukça üste çıkıyor, resimde yine tabana çökmüş zibidiler :))



Önceleri yeşillikleri yıkadıktan sonra elma sirkeli suya yatırıyordum, artık bulaşık makinemde de parlatıcı olarak kullanıyorum kendilerini.


İbrahim Saraçoğlu'nun kendi sitesinde* bir başka tarif daha buldum, onu da paylaşayım, isteyen dilediğini yapsın, maksat kamuya hizmet olsun :D

Malzemeler:
4 adet elma
6 tane nohut
1 tatlı kaşığı toz şeker
1/2 çay bardağı kadar sirke
Bir miktar su

Tarifi:
Öncelikle elmanın sapı çekirdekleri ve dipleri temizlenir. Elma 5-6 parçaya bölündükten sonra kavanoza atılır. Sonrasında üzerine tuz, şeker, sirke ve nohutlar eklenir. Kavanoza elmanın seviyesini geçecek kadar su eklenir. Sonrasında temiz bir bez ile üzeri örtülür ve bez bir lastik ile bağlanır. 15 gün boyunca karanlık bir ortamda beklenir ve sonrasında süzülerek kullanılır.


*Kaynak: http://dribrahimsaracoglu.com/ibrahim-saracoglu-elma-sirkesi-yapimi/

4 Kasım 2015 Çarşamba

Bulaşık makinesi vs. Elde yıkama

76 cm boyutunda bir insanın 160 ve 180 cm boyutundaki 2 insandan daha fazla çamaşır çıkarmasına tam alışmıştım ki ek gıdalara geçtik.

Arda'ya 2-3 günde bir yoğurt mayalıyorum, 2 günde bir yeni yemek pişiyor. Gustosu yüksek haspamın, öööyle senin-benim yiyemeyeceğim şeyleri asla yemez. Tadı tuzu yerinde olacak, mümkünse bol etli olacak (amma çok et seviyor yahu), yoğurdu muhakkak yanında olacak.

Neyse efendim, uzatmayayım, adamın bizden çok bulaşığı çıkıyor. Yahu tam yıkıyorum kuruluyorum, hoop 10 parça daha. Beyefendinin organik bulaşık deterjanı ve pamuklu bulaşık yıkama beziyle sıcacık suda yıka babam dur. Bitmeyen (ve ancak itinayla beni bitiren) bir döngünün içine girdik. Ellerim kurudu yeminle!

Bu hafta artık kendi içimde isyan ettim. Ben kimyagerim, deterjanların ne menem bir şey olduğunu (hele ki parlatıcıların, ouuvv) iyi bilirim. Ama diğer yandan bulaşık makinesindeki ısıda ve tazyikte yıkayamayacağımı da pek ala biliyorum. Günlerdir makineye koyduğum parlatıcının bitmesini dört gözle bekliyordum.

Sonunda dün bitti. Parlatıcı gözüne canım annemin elcağızlarıyla yaptığı elma sirkesini (tarifi burada) itinayla koydum. İnternette araştırırken sonradan öğrendim ki özellikle elma sirkesini öneriyorlar, üzüm sirkesi koymayın diyorlar. Kokudan mıdır bilemem. Bizimkisi mis gibi elma sirkesi.

Bulaşık deterjanı gözüne de yüzyılların ürünü Arap Sabunu koydum. Bende jölemsi gibi olan, katıca sabunlardan vardı. Sonradan öğrendim ki insanlar sıvı arap sabunu denemişler ama başarılı olmamışlar. Alacaksanız eski tip, koyu kıvamlı olanlardan alın***.

Makineyi çalıştırmayı ise unuttum :)))) Bu akşam çalıştırıp sonuçları yarın yazacağım. Eğer başarılı olursa günlük yarım saat kazandım demektir.

Siz çalışan bir anne için evde kazanacağı yarım saat ne demek bilir misiniz??

Hadi hayırlısı..

*** Bu konu bir muamma, katı olduğu için erimiyor Arap Sabunu ama markayla da çok alakalıymış. Bu nedenle makineye benim gibi bulaşıkları doldurup denemek yerine, 2-3 parçayla denemeler yapmak çok önemli..

Lohusalık... Zor zamanlar!

30'lu yaşlarına gelip de yeni anne olmuş çevremdeki onlarca arkadaşımın yaşadığı buhranlara şahit olarak geçirdim hamileliğimi. Sinir krizleri, ağlama krizleri, meme krizleri, krizlerden kriz beğeniyordu herkes. "Demek bu işin fıtratında bu var" dedim ama bir yandan da düşünmeden edemiyordum; annelerimiz nasıl yapmışlar, nasıl altından kalkmışlardı?

Yazının başındaki "30'lu yaşlar" ibaresi kilit noktaymış meğer. İnsanın enerjisinin yıl-be-yıl (hatta gün-be-gün) düştüğü bir gerçek. 24 yaşındayken zaten gece uyumuyordum ki, ha ben eğlenceden eğlenceye gezdiğim için uyumuyordum, annem de beni büyüttüğü için uyumuyormuş. Sonra büyüdüm (ya da yaşlandım, adına ne derseniz) ve gece geç saatlere kadar oturmak hiiiç de cazip gelmemeye başladı. 12 dedin mi gözlerim kapanıyordu, zaten tüm gün çalış, trafikle boğuş, halin kalırsa 2 arkadaşınla görüş, eve gel evle uğraş derken akşama hali mi kalır insanın?

30 yaşıma geldim ve son birkaç yıldır iyice oturan bu rutinime bomba gibi düştü Arda. Allah'ım bebek bebek değil, 18 yaşında ergen mübarek! Gece 02:00'den önce uyumaz, sonra da saat başı uyanır uykuya geri dalamaz. Ne zordu yarabbim!!..

Diyordum..

Meğer zor değilmiş :) Meğer zaman geçtikçe bazı şeyler kolaylaşırken genel anlamda birçok şey zorlaşıyormuş.

Bunları bana yeniden düşündüren şey ise yeni doğum yapan bir arkadaşım. Uzun süre beklenen bir hamilelik ve güzel bir doğum (kendisinin arzusuyla olan sezaryen) sonucu dünya tatlısı bir oğluşları oldu. Biz de tabi ziyarete gittik. Aslında bebek günün 20 saati uyuyor, ama tabi genellikle gündüz vakitleri!.. Eh, bu düzene alışamayan yeni lohusa için her şey çok zor. Hep emmek istiyor, memede huzur buluyor, memeden alınca haliyle ağlıyor. Ama anne yorgun, şaşkın, evde sürekli birileri olduğu için belki de huzursuz. Ve tekrar diyorum, anne yorgun!

Arda doğalı henüz 10 ay bile olmadı ama anlıyorum ki aslında o ilk zamanlar aslında çok da zor değilmiş. Ama bana hayatımın EN zor (açık ara EN ZOR) zamanı Arda'nın ilk doğduğu birkaç hafta gibi gelmişti. Yok, biz bir daha hiç yalnız kalamayacaktık. Mümkün değil, ben bu çocuğa değil tek başıma bakmak, altını bile tek başıma değiştiremeyecektim. Göğüs uçlarımın ağrısı yüzünden emzirmek işkenceye dönmüş, uykusuzluktan dokunsan ağlar hale gelmiştim.

Ne mi yapmalıymışım? Arda uyur uyumaz (gece/gündüz/evde biri var/yok bakmadan) ben de cumburlop yatağa girmeliymişim. Arda'nın gazından evvel kendi gazımı düşünmeli ve bol bol rezene&kimyon çayı yapıp güzel müzikler dinlemeliymişim. Oluşan gaz nedeniyle gerim gerim gerinen dikişlerim için doktorumu aramalı, şu lanet gazı halledecek daha etkili çözümler istemeliymişim. Yardım etmek isteyenlerin tüüüm tekliflerini kabul etmeli, "ama ben montofol muyum? Emzirmekten başka hiçbir şeyini yapmayacak mıyım ben bebeğimin?" gibi saçma bir ruh haline bürünmemeliymişim.

Eee boşuna demiyorlar 2. bebekler hep daha kolay büyüyor diye. Anlamak için yaşamak gerek.

Ha bir de, yaşananları hiiiç gözünde büyütmemek gerek. Bebek bu, ağlar, üstüne (afedersin) sıçar, kusar, memeden ayrılmaz, uyumaz, sonunda da büyür. Sen de tüüm o korkunç zamanları bir güzel unutursun.

Unutuyorsun. Unutmalısın :)








26 Ekim 2015 Pazartesi

Doğu(rama)m(a) hikayem vol.4 (mutlu son)

Kendimi tutamıyordum. Gözyaşlarım istemsiz bir şekilde akıyordu. Birileri beni giydiriyor, birileri elimi tutuyor, birileri beni öpüyordu ama kim? Hiçbir şeyin farkında değildim. Ağlıyordum, oğlumla konuşuyordum. "Her şey iyi olacak annecim, birazdan sana kavuşacağım" diyordum ama hiç böyle bir kavuşma hayal etmemiştim. Hemşire odaya geldi, "Hazır mısınız?" diye sordu. Hazır mıydım? Değildim.



Bu arada eşime dönüp "Siz de doğuma girecek misiniz?" dediğinde hiç tereddütsüz "Evet" dedi. Hepimiz şok olduk, her sorana "yok abi ben girmem, giremem" diyen adam meğer biz onu caydırmayalım diye böyle diyormuş ama aylardır normal ve sezaryen doğum videoları izleyip kendini hazırlıyormuş! Ona da ameliyat odası için kıyafet getirdiler. Ağlayarak, doğum odasına inerken doktor olan teyzem "Kızım anesteziyi hangi ruh haliyle alırsan, o şekilde uyanırsın. Lütfen gülümse, bak birazdan bebeğin kucağında." dedi. Gülümsemeye çalışırken daha fazla ağlamaya başladım.

(ağlamaktan pancara dönmüş yanaklarım ve burnum! ah oğluşum yaa...)

Saat tam 19:00'da, 24 saatlik doğuramama maceramın sonunda beni ameliyata aldılar. 19:10'da Arda'mız dünyaya geldi. Meğer içime kakasını yapmış, belki yarım saat daha bekleseydik ciğerlerine veya midesine kaçacak ve yoğun bakıma alınacaktı. Akışta olmak bu yüzden önemli; neyin iyi, neyin kötü olduğunu o anda bilemiyor insan. Kötü sandığın aslında iyi, iyi sandığın aslında kötü olabilir o anda..






Buradan sonrası çok bulanık! Filmlerde olduğu gibi, kesik kesik sahneler var aklımda.

Gözümü açıyorum.. Deli gibi ağlıyorum.."Ardam, bana oğlumu verin".. Kararıyor..

Gözümü açıyorum.. "Çok ağrım var, dayanamıyorum!!".. Kararıyor..

Gözümü açıyorum.. Neşe Hanım "Kızım iyi misin?" diyor.. Kararıyor..

Gözümü açıyorum.. Hala o soğuk odadayım.. Kararıyor..

Yaklaşık 2 saat sonra beni odama geri çıkartıyorlar. Annemler deli gibi merakta, Serdar ile karşılıyorlar beni asansörde. Sonra bir bakıyorum yatağa yatırmışlar beni. Babamı görüyorum, "baba benim kırmızı tacım nerede?" diyorum :))) İlk sorduğum soru bu, evet! Lohusa tacım olmadan asla!

Oğlumu getiriyor hemşireler, göğsüme koyuyorlar. Hayır, hissedemiyorum!! Ağlamaya başlıyorum. Sürekli aynı şeyi söylüyorum "Oğlumu hissedemiyorum! Oğlumu hissedemiyorum!!" Ve ardından uyuyorum..

Velhasıl kelam, anestezi fena şeymiş! Kendime "gerçekten" geldiğimde oğlum, bebeğim, biriciğim göğsümde melek gibi uyuyordu. Gelmişti, göğsüme konmuştu işte. Kokusu, bakışları, elleri... Her bir parçası mucizeviydi. Vuruldum! Biliyordum, artık hayatım tamamen değişmişti. Ama bu değişim, başıma gelebilecek EN güzel şeydi...

Doğu(rama)m(a) hikayem vol.1

Herkes doğum hikayesini anlatır. Ancak benimkisi tam bir doğuramama hikayesi! İşe en başından olmasa da başlardan bir yerden başlamam gerek.

Yıllardır yoga yaparım (eh, blogun adından da belli zaten). Bundan yaklaşık 5 yıl evvel de yoga hocası oldum. Son 2,5 yıldır hamile yogası dersleri de veriyorum.

Ben hep normal doğumu savunurum. Benim için sezaryen bir seçim, bir tercih değil bir zorunluluktur. Adı üstünde: NORMAL bir doğum hepimiz için (anne, bebek, doğa,..) en normalidir. Hamile yogası derslerine gelen öğrencilerime de hep bunu söylerim. Akışta olun, bebeğiniz de akışla gelsin kucağınıza konsun.

Haa, sorarsanız kaç öğrencin normal doğurabildi.. Sadece 1! İnanılmaz bir sayı! Diğerlerine ne mi oldu..

Kiminin suyu azaldı (bakın bunu anlıyorum, bu belki sezaryen için geçerli bir sebep. Ancak anneye bu durum ne kadar doğru aksettiriliyor hiiiiç emin değilim..)

Kiminin rahmi kireçlendi! (Yurtdışındakilerin rahmine Calgon koyuyorlar sanırım, onlarda hiç kireçlenmiyor mübarek, bizde 3 kadından 2sininki kireçleniyor. Hayret!)

Kiminin bebeği iriydi (Ki doğduklarında bi baktık, a-aa 3.200 gram)

Kiminin çatısı dardı

Dıydı da dıydı..

Velhasıl kelam, ben hamile kaldığımda güzelce başladım hamile yogası yapmaya. Öğrencilerimi 12. haftadan önce derse kabul etmem ama ben doktorumdan aldığım izinle, zaten yıllardır yoga yaptığım için (yani bu bedenim için yeni bir şey olmadığından) hemen başladım. Sonra da hamile pilatesini ekledim çalışmalarıma.

Haftanın 3 günü hamile yogası, 2 günü hamile pilatesi yaptım. Yürüyüş çok yapamadım çünkü yürüyüşlerimin ortasında ciddi sancılar girdi kasıklarıma. Doktorum da ne istiyorsan, vücudun neye izin veriyorsa onu yap dedi.










     










(2,5 aylık hamileyken ben ve olmayan göbek)


9. ayıma girdiğimde rahat, keyifli, güzel bir hamilelik geçirmiştim. 32. haftasında kanala giren Arda'nın, 36. hafta kontrollerinde kanaldan çıktığını görmüştük ama olsun, ben emindim, normal doğuracaktım. Son güne kadar yoga ve pilates yapmış, her gün nefes ve meditasyon ile kendimi birrr güzel hazırlamıştım. Ödemim yoktu, her şey yolunda gidiyordu....




(38 haftalık ben ve GÖBEK :) )


22 Ekim 2015 Perşembe

Doğu(rama)m(a) hikayem vol.3

21:15'te hastaneye vardık. Odamıza yerleştik, NST cihazını bağladılar ve doktorumuzun asistanı geldi. Sancılarım düzenli ve çok yüksektiler. Sabaha doğru doğurabileceğimi ancak daha hiç açılmanın olmadığını söyledi doktor.

23:30 gibi Neşe Hanım (doktorum) da geldi, muayene etti ve asistanıyla benzer şeyleri söyledi. Her şey yolundaydı, artık hazırdım. 

Saatler geçiyor, doktorum geliyor gidiyor ama hala hiç açılma olmuyordu. Sürekli bulunduğum katta tur atıyor, sonra odama gelip pilates topumun üstünde oturuyor, sonra uzanıp doğum dalgalarımın tadını çıkartıyordum. Ama yok yoook, hala açılma yoktu. Doktorum saat 09:00'da suni sancı vermeye karar verdi.






Suni sancılar doğum dalgalarından biraz daha farklıydı. Kesilmiyorlardı, ara vermiyorlardı. Ama ben çok (gerçekten ÇOK) mutluydum. O güne kadar ailemde hep "ağrı eşiği ennn düşük" birey olarak bilinirdim, ta ki doğumuma kadar. Hemşireler de dahil herkes doğum dalgalarına saatlerce hiç ses çıkartmamama inanamıyordu.



Saatler geçiyor ama 1 cm bile açılma olmuyordu. Pübik kemiğini aşmamaya kararlı Arda bizi 23 saattir bekletiyordu. Artık suni sancının dozu son 2-3 saattir son haddinde veriliyordu. Saat 18:30'da doktorum Neşe Hanım son kez yanıma geldi ve "kızım artık beklemeni istemiyorum. Arda bu kemiği bir aşsa 5 dakikada doğum yapacaksın ama geçmiyor. Seni artık sezaryene alıyorum." Dedi. İsteklerime önem veren, normal doğumu sonuna kadar destekleyen bir doktorum olduğu için hem çok şanslıydım, hem de artık gerçekten sezaryene alması gerektiğini biliyordum. 

Şöyle bir sorun vardı; ben kendimi 9 aydır normal doğuracağım diye hazırlamıştım. Şimdi ise yıkılmıştım. Sezaryen olacaktım, hem de doktorum epidural için beklemeyi de uygun görmemişti, genel anestezi ile doğuracaktım. Bebeğimi hemen göremeyecek, doğar doğmaz emziremeyecektim. Çökmüştüm. Hiç hazır değildim. 

Devamı.. Bitmeyen yazı dizimin son yazısında :)




21 Ekim 2015 Çarşamba

Doğu(rama)m(a) hikayem vol.2

36. Haftaya geldik, bir gün arkadaşlarımla keyifli bir kahve içiyorum, bir ıslaklık hissettim. "Yok canim daha neler" diyerek bir kontrol etmeye gittim ki ta-taaammm! Hemen hastaneye gittik, testler, serumlar, ilaçlar. Neyse çok şükür, yanlış alarmmış. Bir gece kaldık hastanede ve bu "gerçekten" doğuma gitmeden önceki 3 yanlış alarmdan ilkiydi.

Her tanıdığım hamilede gördüğüm ortak bir şey var; hepimiz 37-38. Haftada bebeğimizi kucağımıza alacağımızı "hissediyoruz". Sanırım bunun asıl sebebi onca hafta sonunda yaşadığımız sabırsızlık ve korku. Evet korkuyoruz ve korkmakta sonuna kadar haklıyız. Bir bilinmezin içinde, savunmasız mini minnacık bir varlığı dünyaya getireceğiz, onu da nasıl getireceğimizi bilmiyoruz, biz korkmayalım da kim korksun?

Tabi ki ben de 37. Haftada bebeğimi doğuracağımı "hissettim" ama 38, 39 ve 40. Haftalar da geçti ama Arda hala gelmemişti. 36. Haftadan itibaren NST'de sancılarım artmış, 37. Haftadan itibaren 100'leri bulan doğum dalgalarım geceleri beni uykumdan uyandırmaya başlamıştı. 2-3 dalgadan sonra devamı gelmiyor ama ben ha geldi ha gelecek diye heyecandan sabaha kadar oturuyordum. 

38. Haftada yapılan çatı muayenesi o kadar kolay geçmişti ki anlatılan onca korkutucu hikayenin aslında yersiz olduğunu gördüm. Zaten hep güzel doğum hikayeleri okuyordum, anladım ki hamilelikle ilgili her konuda sadece güzel hikayeleri okumak gerekirmiş...






(hazırlıklar tamam, bizim bey bize ultrasondan şimdiden ayar çekiyor!..)

40. Haftamız dolmuş, 3 gün de geçmişti. Doktorum 2-3 gün daha bekleyeceğini, eğer doğum o zamana kadar gerçekleşmezse suni sancıyla doğumu başlatacağını söyledi. 

Bir pazar günüydü, arkadaşlarımızla tüm gün gezdik, keyifli bir gün geçirdik. Akşam yemeğini evde hep beraber yiyelim dedik. O gün güzel bir tesadüf, ananem, kardeşim, annem ve babam da bize geldiler. Anlayacağınız doğurduğum akşam evde 10 kişi ağırladım. Yemeklerimizi yerken saat 7'de kasılmalarım başladı. 5 dakikada bir düzenli kasılmalar yaşıyordum ama herkese sakin olmalarını, doğumun nasılsa epeyce uzun süreceğini söyledim. Sanki ben değil başkası dogum yapacaktı ve ben onu sakinleştiriyordum. Saat 9'a kadar yemeğimizi yedik, çay yaptık çayımızı içtik, bulaşıkları kaldırdık ve hep beraber evden çıktık:)) misafirler evine, biz doğruca hastaneye. 

Devamı yarına :) 





14 Ekim 2015 Çarşamba

Yeni anne olacak hamişlere tavsiyeler

Merhaba sevgili hamiş,

Belki daha yolun başındasın, belki de karnın burnunda. Belki günleri sayıyorsun, belki daha uzuuun (ve sana bitmek bilmeyen) haftalar var önünde. Listeler listeler yapıyorsun muhakkak. Doğum çantası listesi, bebeğin ihtiyaçları listesi. Şimdi hepsini bırak (en büyük ihtiyacını bile 2 günde kapına getiriyorlar artık) arkana yaslan ve lütfen bu yazıyı oku. Oku, belki bu sayede lohusa depresyonuna girmezsin :)


  • Ülkemizde 2 çocuk doğuran her kadın Ordinaryüs Profesördür. Her şeyi onlar çok iyi bilir. Annene çıkışabilirsin ama herkese kendini anlatamayabilirsin. Çözüm: Dinleme!
  • Sezaryen mi normal mi? Lütfen akışına bırak! Bak bana; 24 saat sancı çektim, beyimiz pelvis kemiğini atlamamayı tercih ettiği için sezaryen oldum. 
  • Doğum şekli demişken; lütfen öcü teyzelerin korkunç doğum hikayelerini dinleme! Yahu milyonlarca kadın doğurmuş, bil ki o güçle doğuyorsun, doğurabilme gücü var elinde. Ve lütfen herrrr zaman güzel doğum hikayelerini okuyun.
  • Her kadın (etrafı bi izin verebilirse) mükemmel annelik yapacak iç güdülerle doğar! Altını bağlamaktan tut da memeni parçalamadan emzirmeye kadar her şeyi aslında biliyorsun, sadece sakin kalman ve hatırlaman gerekiyor. Bu süreyi Amerikalılar 6 hafta, Türkler 40 gün olarak belirlemiş. Bebeğin 40'yla beraber seninki de çıkıyor yani :) Panik yapma, heyecan yapma! Ve bil ki bebeğinin bezini yamuk da bağlasan bir şey olmuyor (belki biraz kaka taşabilir, o kadar).
  • Herkesin ortasında emzirme. Hatta mümkünse emzirirken seninle bebeğin dışında odada kimse olmasın! "Öyle emzir, dur az emzirdin, bebeği şöyle tut, hımm acaba göğsünde süt yok mu?..." diye diye sütünü bitirirler alim Allah! "Emme vaktimiz geldi, bize müsaade" de ve odana çekil.
  • Memendeki sütün ne kadar süre yeteceği göğsünün sertliğiyle alakalı hiiiiiç değildir. Göğüslerim yapısı itibariyle çok yumuşaktı, bana "3,5 aydan fazla emziremezsin" demişlerdi. 9 aydır emziriyorum. Alakası yok. İnanma. Her kadın (inanmayacaksın ama!!) aynı anda 4 bebeği emzirerek doyuracak kapasiteyle doğar. Sütünü artıran/azaltan en büyük etken senin fiziksel ve zihinsel dinginliğin, mutluluğun. Sütünü oksitosinden, bebeğini sütünden mahrum bırakma. Mutluluğunu hiçbir şeyin bozmasına izin verme.
  • Sana bebek bakımından tut da uykusuna kadar bebeğinle ilgili bir sürü şey söylenecek. Bir kulağından girsin, diğerinden çıksın demeyeceğim. Bir kulağından dahi girmesin! Tıka kulaklarını. İçinden şarkı söyle, dışından dinlermiş gibi görün. Sakın içine sinmeyen hiçbir şeyi bebeğine yapma. Bil ki bebeğin için en iyisini sen zaten biliyorsun.
  • Her anının tadını çıkart, hamileliğinden itibaren resimlerini çek. Ay nasıl da unutuluyor, artık hamilelik ve emzirmekten mi dersin, her şeyin çok hızlı bir şekilde değişmesinden mi dersin, hiç uyumamaktan mı dersin bilemem, resimler olmasa son 1 yılı hatırlamayacak hale geliyorsun. 
  • Bir araştırmaya göre (araştırmayı bulup da refere edemeyeceğim, üşendim!) uyku depolanabiliyormuş. Yani şimdi ne kadar çok uyursan, doğumdan sonra uykusuzlukla o kadar iyi baş edebilirsin. Herrrr fırsatta uyu. Bol bol uyu. Evdeysen sabah saatlerce yataktan kalkma. Bak demedi deme, uzuuunca bir süre bunu yapamayacaksın. Bu fırsatı tepme.

Nefes al, yoga yap, güzel bir müzik aç kendine. Bir de bu tavsiyeleri dinledin mi, ohh başka bir şeye ihtiyacın yok işte :)))










6 Ekim 2015 Salı

Günlüklerim vs. blog sayfalarım

Çocukluğumdan beri onlarca günlüğüm oldu. Onlarca derken, gerçekten, ONLARCA! O zaman buralar dutluktu, ne blog vardı, ne bilgisayar. Bilgisayar gerçi bir süre sonra eve geldi ama salonun tam ortasında, salonun göbeğine doğru bakardı ve anne (anne yoksa muhakkak baba) denetiminde bilgisayara girilirdi. Dial-up connection'lar, eskinin "Ankara çekil aradan" larına benzeyen bir edayla internete bağlanmalar falan..

Mirc ve icq'dan öte de bir şey bilmezdik zaten :))

Neyse, ben zaten yazmayı gerçekten "yazarak" severim! Yanii böyle klavyemde çata pata yazmayı yazmaktan pek sayamadım başta. Kendi bilgisayarım olduğunda (hatta kendi evime taşındığımda bile) defterlerime yazdım.

Gel zaman git zaman, elalem "blogger" hatta pek çoğu"fashion blogger" olarak ortalığı yakıp yıkınca ben de dedim açayım bir blog. Önce alışamadım, hiçbir şey yazamadım. Ruhuna dokunamadım yazılarımın. Kalemim yoktu, üzgünken çarpık çurpuk, düşünceliyken ince uzun, mutluyken gösterişli harflerim yoktu. Aynıydı hep. Sonra alıştım tabi ki bilgisayarda yazmaya, keyifli de gelmeye başladı hani. Sonradan yazmaya doyamadım, bir tane daha açtım, sonra gizli bir blog, sonra kullanmadığım ama ismime ait bir blog.... Derken oldu mu 4-5 tane blog?! Eh olsun dedim. Bazen buraya, bazen oraya, bazen her yere yazıyorum. Seviyorum yazmayı, bir derdim de yok "şu kadar takipçim olsun, şu kadar kişi okusun" diye, bölünüyor yazılar, ama en nihayetinde bir yerlerdeler.

Ha bu arada, eski günlüklerim ne mi oldu? Maalesef çöp :( Kıskanç kocam 14 yaşında yazdıklarımı kıskanınca (!) evlenirken hepsini attım. Sen yıllarca annenden sakla, kutulara, bazanın altına dağıt. Sonra hepsini çöpe at. Neyse, öyle olması gerekiyormuş demek ki dedim.

Galiba blog delisi oldum. Dönüp dönüp yazılarımı okuyorum, hani eskiden günlükleri okurduk ya, aynen öyle.

Yazmak güzel şey vesselam. Benim en sevdiğim terapi yöntemim.. Yazıyorum ve nefes aldıkça yazmaya devam edeceğim..


18 Eylül 2015 Cuma

Bedeninizi sevin

Yıllarca yapmadığım, yapana özendiğim, sonunda kabullenmeyle karışık yaptığım şey; bedenimi sevmek.

Kendimi de sevmezdim zaten ben. Sonradan sonraya ne olduysa, biraz biraz sevmeye başladım. O zaman hayatımda tasavvuf yoook, yoga yoook, meditasyon yoook. Bende olmayanlarla da inceden inceye alay ediyorum hani.

Sonra bir şey oldu, annemin ısrarlarına dayanamayıp bir gün kişisel gelişim seminerinde buldum kendimi. Annem ultra verici- paylaşımcı bir hatun olduğundan mütevellit, yanında çalışan muhasebecisinden sekreterine, arkadaşından eşine dostuna kimi bulduysa götürüyordu bu seminerlere o sıralar.

Orada öğrendim, insanları sevmek için önce kendini sevmek gerektiğini. Orada öğrendim, ben de, sen de, o en nefret ettiğim kişi de Allah'ın kusursuz birer parçası.

Neyse efenim, uzatmayayım, kendimi sevmeyi böyle böyle öğrendim. Başta öğrendim, içselleştirmem biraz daha zaman aldı.

Sonra yogayla tanıştım. Belinde fıtık olan, hayatı boyu hafif balık etli bir hatundum. Hatundum dediğime bakmayın, 23 yaşındaydım daha! Ve fıtıklarımı seveyim, sayelerinde yogaya başladım.

O sıralar dedim ya seminerlere gidiyoruz, bu seminerlerde iç sesimizi duymaya çalışıyoruz. Değişik şeyler efenim, öyle her yerde bulamazsınız!

Yoga stüdyosuna girdik (tabi ki yine annem de var, üstelik bir arkadaşını da almış yanına), nasıl güzel bir ortam, Allah'ım herkes pek bir sakin. Derse girdik, hocamız böööyle sakin sakin, nasıl bir sesle anlatıyor hareketleri, nasıl zarif ve estetik yapıyor hareketleri. Bendeniz ise tek kelimeyle: KALAS.

Neyse, konudan epey saptım, geri dönüyorum. Acayip sevdim yogayı (eh, blogun isminden de anlaşılır) yoga aşığı oldum, sınırsız paket alıp her bulduğum derse girdim, belimdeki fıtıkları iyileştirdim. Ve gün geldi, artık dedim bu bilgileri çevremle paylaşmalıyım. Annem kadar olmasa da ben de paylaşmayı severim.

Hah, işte o gün gittim yoga hocama, dedim ki böyle böyle. Bana şöyle bir baktı, yüzünde sempati mi deseem, yerme mi deseem, hala tam adlandıramadığım bir gülümsemeyle güldü ve "yalnız canım, yoga hocası olmak için belli vücut ölçülerinde olman gerek" dedi!

Yahu meğer bizimki yoga hocası değilmiş, spor hocasıymış. Nerede o ses tonu, nerede o felsefe?

Neyse ki, bu isteğimi başka çok değerli bir hocama da açmıştım. O beni cesaretlendirdi, yaparsın, senden ala yoga hocası mı olur dedi, kendi gittiği okulu (Avusturya'daki Sivananda Yoga Center) tavsiye etti.

Diyeceğim o ki, fıstık gibi bir yoga hocası oldum. Ama öyle anladığınız 90-60-90 fıstıklardan değil. Hafif yağlı, bol kahkahalı, bilgiye aç ve hep kendini geliştiren bir hoca oldum.

Geçen gün bu haber çıktı karşıma, "işte bu" dedim! Yoga zihinde başlar, bedende biter derim hep. Kalıplarımızdan çıkalım, yoga yapamamanız için HİÇbir neden yok!

Eğer siz de "Ama ben esnek değilim kiii" "Ama benim kilom var" "Ama erkekler yoga yapmaz ki" gibi yanlış kalıplara sahipseniz, bugün yogaya başlayıp bu kalıpları kırmanız gerek.

Sevgiler!




Kitap aşkına

Değişik bir çocukmuşum. 2,5 yaşında annem beni kreşe ilk götürdüğünde (ki o günü çok net hatırlıyorum) merdivenlerden çıkıp, aşağıda beni izleyen anneme dönüp mutlulukla el sallamıştım. Çünkü okula gidiyordum! Yaşasın!

4,5 yaşındayken yoldaki yağ şişesini gösterip "Olin" demişim :)) Annemler reklamlardan mı gördüm acaba diye inanamayarak her tabelada durmuşlar, bakmışlar bildiğin okuyorum. Eve gitmişler apar topar, elime bir kağıt kalem vermişler. O da ne? Yazıyorum da! :))

5,5 yaşımdayken annemin koli koli kitap taşıdığını hatırlıyorum bana. Bir koli kitap biter, onlar Rotary ile köylere gönderilir, diğer koli gelir. Su içer gibi, kana kana, ayıla bayıla kitap okurdum.

9 yaşındayken Çocuk Kalbi'ni, 11 yaşındayken Çalıkuşu'nu, 14 yaşındayken Yüzüklerin Efendisi'ni silip süpürmüştüm. 17 yaşında Tutunamayanlar'a tutunamayınca yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. O güne kadar bana hiçbir kitap zor/okunamaz gelmemişti. Tabi daha yaşımdan çok büyükmüş o kitap, ama ben alışıktım yaşımdan büyük kitaplar okumaya. Olmadı :)

Bir ara takıntımdı, aynı anda 3-4 kitap okurdum. Bir de hızlı okuma dersi aldım, Japon'a bağlamıştım en son :))

Sonra IPhone girdi hayatıma. Ne yalan söyleyeyim, o gece 4'te dahi eve gelse kitap okumadan uyumayan kız, o en zor sınavına hazırlandığı gece bile kitabından 1 sayfa dahi olsa okumadan yatmayan kız gitti, salak saçma oyunlar, Candy Crush'lar, Kelime Avı, 2048 vs. oynayan bir kara cahil geldi. Bunlardan sıkılsa, Facebook'ta daha önce hayatı boyu belki 1 cümle konuştuğu ortaokul arkadaşının tatil fotoğraflarına bakan biri oldum! Kitap okuma ortalamam ayda 4-5'ten yılda 4-5'e düştü. Zaten bir de evlendim, eşim gece asla ışık açtırmaz, e ben kitabı uyurken okurdum!

Sonra hamile kaldım. Arda düştü karnıma :) Ay beni bir sorumluluk bilinci aldı, bir korktum bu kara cahil halimden! Yok dedim, bu iş buraya kadar. Önce hamileliğim boyunca onlarca kitap okudum. Hayır, yanlış tahmin, hepsi hamilelik üzerine değildi! :) Birkaç tane hamilelik ve bebek bakımı kitabı aldım, orası kaçınılmaz tabi. Ama ne güzel romanlar çıkmış, aman Allah'ım! Kim bilir kaç yüz tanesini kaçırdım!!.. Neyse, zararın neresinden dönersek kardır dedim ve her hafta D&R'dan gelen koca bir paketle okuma sevdama kaldığım yerden devam ettim.

Arda'nın da yanındayken (örneğin arabada giderken, örneğin o oyuncaklarıyla oynarken ve ben yanında otururken, vb.) her daim kitap okumaya çalışıyorum. Sanırım birazcık etkili olmuşum, bizimki pek seviyor "okumayı", buyrunuz bu da videosu:


Yerim ben onu!