26 Kasım 2015 Perşembe

Bebek Yapım Bebek Onarım

Bebek Yapım Bebek Onarım; daha önce bu adı duymamış olan var mı? Duymadıysanız sizi ivediyetle bebekyapimbakimonarim.blogspot.com.tr sayfasını ziyarete davet ediyorum. Ben çok faydalandım, hala da gelen yazılardan faydalanıyorum.

Dr. Tomris Cesuroğlu'nun paylaştığı son yazıyı tüm emziren annelerin muhakkak ama muhakkak okuması gerektiğini düşünüyorum. Linki burada (tık tık). Özetle mama firmaları, WHO (Dünya Sağlık Örgütü)'nün asla söylemediği bir şeyi söylemiş gibi lanse ederek bu aralar şöyle bir kampanyaya başladılar: bebek her gün 500 mg süt almalı. E şimdi sen emziriyorsan, yani sağıp bebeğine vermiyorsan bunu ölçme imkanın yok di mi? Üstelik her bebek aynı değildir, emmek de sadece doymak için değil, kimi zaman bebeğin huzur bulmak, kimi zaman güvende hissetek için ihtiyacıdır. O yüzden asla ve asla ölçümlenemez.

Mama verirseniz ne olur? Aşağıdaki diagramda özetlenen olur:



Bunu daha önce de yazmıştım. Anneleri kullanarak bebekleri mamaya boğan zihniyete en çok hizmet edenlerin "anne"(!) blogger olmasına aşırı sinir oluyorum! Nasıl bir vicdan, nasıl bir bilgisizlik? Alacağınız 2-3 bin TL için büyük bir yalana ortak oluyorsunuz. İnanamıyorum!

Yapmayın lütfen, hemen hemen her kadın yaradılış olarak 4 çocuğu aynı anda besleyecek sut bezi kapasitesiyle doğuyormuş. Düşünsenize, biz 1 tanesini doyuramıyoruz neredeyse!! Süt yapımı vücuttaki oksitosin ve endorfinle orantılıdır. Yaniii strese giren anne = azalan süt. Bunu bir kere kafanızda bir kenara yazın.

Hepimiz yaşadık, bebeğimiz ağlayınca çevreden gelen klasik ilk tepki: "Ouuvv sütün mü az?". Buyurun size yetersizlik yüklemesi! Bebek uyumayınca, bebek Dünya'yı tanımak adına elini ağzına sokunca, bebek mızırdanınca, göğüsleriniz şiş olmayınca,... Çevreye hiç aldırmayın! "Sütün mü yetmedi?" "Bence mama ver, doyan çocuk çok uyur" "Ayy yavruuum, aç bu çocuk, bak çipil çipil bakıyor" laflarına kulaklarınızı tıkayın.

Mama firmaları hepimizi enayi yerine koyuyor. Lütfen içgüdülerinizi dinleyin ve bebeğinizi booool bollll emzirin.

İmza: Herkese göre çok az sütü olan, ara ara bebeği açlıktan ağlamasına rağmen anne sütü harici bir şey vermemiş, sütünü arttırmak için 40 takla atmış emziren anne (ilk emzirme çalışmalarımdan bir kare, ah zor ama güzel zamanlar..)


24 Kasım 2015 Salı

Yulaf Kepekli Krep

Arda'ya hazırladığım klasik kahvaltısından bazen ikimiz de sıkılıyoruz. Doktorumuz bulamaç gibi hazırlanan kahvaltıları, blenderla yapılan püreleri kesinlikle tavsiye etmediği için biz de en başından beri büyük insana hazırlar gibi hazırlıyoruz kahvaltılarını. Genellikle haşlanmış yumurta, beyaz peynir, biraz pekmez, yaz zamanı salatalık, kepek ekmeği, ıhlamur ve meyve rendesi ile tamamlıyor kahvaltısını.

Bu aralar kendi kendine yemesi için alıştırmalar da yaptığımız için bu tarifi çok seviyorum. 

Malzemeler:
1 yumurta sarısı
1 tatlı kaşığı yulaf kepeği (İpek Hanımın Çiftliği'nden almanızı özellikle tavsiye ederim)
1 tatlı kaşığı tam buğday unu
Çok çok az tuz
Aldığı kadar su

Yapılışı:
Tüm malzemeleri karıştırın. Yağlanmış bir tavada 2 tarafını güzelce pişirin. 


Bebeğinize de afiyetle yemek düşer :) Aynen şöyle:







Hangimiz daha iyi anneyiz?






Arada fark var mı?







Geçen gün 4 yaşında çok tatlı bir oğlu olan bir bayanla tanıştım. Yoğun bir iş hayatı var ve elbette iş-çocuk-ev üçgeninde çok yorulmuş zamanında. Çalışan anne olmaktan bahsederken dedi ki "Esas bizler en zorunu yapıyoruz, bana kalırsa sadece çalışan anneler 'gerçekten' anne. Yoksa, çalışmayan anneler anne değil bence." Tam kelimelerini hatırlamıyorum ama aşağı-yukarı bunu söyledi.

Cevap vermeden önce söylediklerimde samimi miyim diye kendi içime sordum. Evet, samimi bir şekilde aşağıdakileri söyledim:

"Anne olmak ne olursa olsun zor. Evde olunca da baba kişisi bebek tüm gün ağlamış, hiç durmamış anlamaz, yine de evin derli toplu olsun ister, 2 kap yemek olsun ister. Her anne için annelik zordur."

Aslında daha çok şey var söylenecek ama söylemedim, sonuçta karşımdaki kişiyi ikna etmek gibi bir çabam yoktu ve üstelik ortada bir tartışma yoktu.

Çalışan/çalışmayan anne diyaloglarını bu ara oldukça fazla duyuyorum (algıda seçicilik olabilir). Çalışan anneler kimine göre en fedakarı, kimine göre bencili. Çalışmayan anneler kimine göre en rahatı, kimine göre en cefakarı. Var mı bunun doğrusu, hangimiz daha iyi anneyiz bilen var mı?

Çalışan anne olarak şunu söyleyebilirim, bazen işte dinleniyorum. Gerçekten. Eve döndüğümde olan sınırlı zamanımı daha efektif kullanabilmek için tüm enerjimi oğlum uyuyana kadar harcıyorum ve kendime göre kaliteli zaman geçiriyorum. Hafta sonlarını iple çekiyorum, hafta sonu olunca oğlumla bir sürü oyunlar oynuyorum, dans ediyorum, yoga yapıyorum,...

Çalışmayan anne çok az oldum, sadece 1,5 ay. Zaten bu süreç lohusalık dönemime de geliyordu. Üstelik ilk 1 ay evde ya benim ya da eşimin annesi kalıyordu. Bu nedenle "çalışmayan anne" sıfatıyla yorum yapmayacağım. Ama şunu çok iyi biliyorum; Arda bazen hiç beni bırakmıyorken ve tuvalete bile gidemiyorken ev işlerini hiiiiç sallamıyorum, zaten sınırlı zamanım var ve çalıştığım için de eşimin benden böyle bir beklentisi yok. Olsa da yapmam zaten.

Kendimi çok iyi tanıyorum, eğer çalışmıyor olsaydım ev işleri yapmak "zorunda" hissedecektim. Eşimi de çok iyi tanıyorum, o da eğer yapmasaydım "zaten çalışmıyorsun, bir yemek, 2 ütü, azıcık ev toplamak ne kadar zor olabilir ki?" diyecekti. Oysa belki de o gün ben tuvalete bile zor gitmiş olacaktım.

Toparlamam gerekirse, çalışan anne çalışmayan anneden daha üstündür, yok efendim işini bırakıp bebeğine bakan anne daha yücedir gibi bir şey yok! Annelik anneliktir. Hangi anne sabaha kadar ağlayan bebeğini yok sayabilir? Hangi anne hastalanan bebeğiyle ilgilenmez? Hangi anne çocuğuyla oyunlar oynamaz, ona şarkılar/ninniler söylemez?

Bırakalım bu işleri. Hepimiz anneyiz, her birimiz bebeğimiz için EN iyi anneyiz.


22 Kasım 2015 Pazar

2 yaş krizi


Ecnebiler malum bu 2 yas krizine "Terrible twos" diyorlar ve ekliyorlar; "terrifying threes, horrible fours". Özetle, kendini kandırma arkadaş, bundan sonra sana rahat yüzü yok.

Olanla ölene çare yok deyip kabullenenlerin bu süreci çok daha kolay atlattığı bir gerçek. Kendince çocuğunu "bozuk" addedip düzeltmeye çalışanlar için ise hayat tam anlamıyla zindana dönüyor. 

Daha Arda 10 aylık olduğu için bunlar sadece arkadaşlarımdan gözlemlediklerim. Biz ne yaparız, hangi sinir krizlerinden girer, hangi kafayı yemelerden çıkarız inanın şimdiden düşünmek dahi istemiyorum :)

Bana bunları yazdıran ise demin caddede gördüğüm bir aile. 

Önce çocuk dikkatimi çekti. Dünya tatlısı bir çocuk, tatlı tatlı yürüyordu. Hatta içimden "ayyy Arda da böyle yürüyecek ne kadar tatlı." Diye geçirdim. 

Bir süre gözümden kayboldular. Bu süreçte ne olduysa, tekrar gördüğümde çocuk çığlık çığlığa ağlıyordu (merhaba 2 yas krizi). Babası omzuna attı oğlanı, bir müddet böyle yürüdüler ama tabi çocuğun çığlıkları aynen devam ediyordu. Yaklaşık 10 adım sonra (yani çok uzun bir süreçten bahsetmiyorum) adam bezgin bir şekilde çocuğu bir banka oturttu ve arkasına bile bakmadan gitti! Evet, gitti!!!

Çocuğun annesi de arabasını sürüyordu, kadın da bir süre adamla devam etti. Çocuk ağlamayı kesmiş, şok vaziyette anne-babasının gidişini izliyordu. Neyse ki annesi bir süre sonra geri döndü ve çocuğu banktan aldı. 

İzlediğim bu manzara karşısında dehşete düşmüşken bir yandan da olayın 2 tarafının hislerini anlamaya çalıştım. Baba ne gibi bir "ders" vermek aracıyla evladını terk eder-miş gibi yapmıştı? Çocuk, neden ağlıyordu ve anne-babasının onu böyle bir kalabalıkta bir başına bırakmalarından ötürü nasıl hissetmiş, bilinçaltına nasıl bir kayıt kazınmıştı??

O adama sormak isterdim, hayatta en güvendiğin insanlar seni hiç tanımadığın insanlarla dolu bir yerde bir başına bırakıp arkalarına bile dönüp bakmadan gitseler ne hissederdin?? Bu kadar kolay mı terk edebilir "baba figürü"?..

2 yaş krizi, 3 yaş buhranı demeden bebeklerimizi anlamamız gerek. Onların bilinçaltlarına yaptığımız her hareketin, kurduğumuz her cümlenin yazıldığını bilerek, davranışlarımızı ve sözcüklerimizi özenle seçmemiz gerek. 

Çocuk sahibi olmak çok kolay da, ana-baba olmak zor zanaat...


19 Kasım 2015 Perşembe

Bulaşık makinesinde Arap sabunu deneyi - sonuçlar

Size 1 iyi, 1 kötü haberim var.

İyi haber; bulaşık makinesinde Arap Sabunu nasıl kullanılır çözdüm!! Önce iyi haberden başlamayı severim, bunu bir anlatayım.

Öncelikle Nazar marka portakal kokulu sıvı Arap sabunu aldım, portakal kokusu Arap sabunu kokusunu sevmeyenler için iyi bir alternatif. Bulaşık makinesinin 3 kademeli deterjan gözünün 1. kademesine kadar sıvı Arap sabunu koydum. Parlatıcı kısmında zaten daha önce tarifini burada(tık tık) anlattığım elma sirkesi bulunuyor. Aldığım Arap sabununun resmi:


Bulaşık makinesini 70 Derecede çalıştırdım. Denemek isteyenlere de tavsiyem, en yüksek sıcaklık ayarında çalıştırmaları. 

Sonuç: pırıl pırıl bulaşıklar, mis kokulu makine.

Gelelim kötü habere:

Duyduğum kadarıyla Arap sabunu bulaşık makinesi filtresinde birikme yapıyormuş. Büyük ihtimalle daha çok katı Arap sabunu buna sebep oluyor. Ama makineyi riske atmak ile atmamak arasında gidip geliyorum..

Şu aralar Arda için aldığım organik bir temizleyici markası var: Friendly. Şimdilik evde yer temizleyici, çamaşır makinesi deterjanı ve elde yıkanan bulaşıkları için bulaşık deterjanını kullanıyorum. 





Daha önce Joker'de bulaşık makinesi deterjanını da görmüştüm ama şimdi kalmamış. Yakın zamanda gelecekmiş. O gelene kadar Arap sabununu, geldikten sonra da aşağıdaki ürünü kullanmayı planlıyorum.


Arap sabunuyla aşkımız kısa sürecek gibi gözüküyor. Ama yine de nihayetinde bir süre beni idare edecek. Daha iyi (ve daha ekonomik) bir çözüm bulana kadar benim çözümüm bu.




18 Kasım 2015 Çarşamba

Çocuk doktorunu seçmek önemli mi?

Kadın doğum doktorunu seçmek için uzun bir zamanı oluyor insanın. Benim ilk doktorum, ilk bebeğim düştüğünde gittiğim ve sonrasında da kontrollere devam ettiğim doktordu, seçmek kolay olmuştu.

Sonra maalesef o doktor ve hastane büyük bir hata yaptılar, yeni doğan bebekleri karıştırıp, üzerine annelerden birinin ölümüne sebep oldular (daha doğrusu engelleyebilirken yeterli önlemleri almadılar). Bu olay olduğunda ben tam 7 aylık hamileydim! Tabi beni aldı bir telaş!..

Kısa bir süre sonra yeni doktorumu buldum. Muhteşem bir doktor, bilim insanı, anne,... Kendisi ayrı bir yazı konusu :)

Doktorum Prof. Dr. Neşe Kavak, aynı zamanda Academic Hospital Yön. Kur. Başkanı olduğu için, haliyle doğum yapacağım hastaneyi araştırmama gerek kalmadı :) Bu sürecin epey zor olduğunu muayenehane doktoruna gidip hastane seçmek zorunda kalan arkadaşlarımdan biliyorum. Academic Hospital, açıkçası otelcilik hizmetleri açısından çok lüks olmamakla beraber, hemşiresinden hasta bakıcılarına kadar tüm ekibinden memnun kaldığım bir hastane oldu. Ayrıca o lüksün de çok gereksiz olduğunu anlamış oldum...

Hemşirelerden ve hizmetten bu kadar memnun kaldığım için hiç çocuk doktoru araştırmadım ve doğum sonrası gelen doktorun Arda'nın doktoru olmasına karar verdim. Yalnız şöyle bir sorun vardı, doktorumuz telefonla aradığımızda açmıyor, sadece whatsapp ile soruları cevaplıyordu.

(Burada bir parantez açmak istiyorum. Benim teyzem de çocuk doktoru ancak bize çok uzak ve kalabalık bir hastanede olduğu için ona gitmiyoruz. Fakat yıllardır gece/gündüz/pazar/tatil demeden her saniye telefonuna bakar ve en saçma soruları bile -evet bazen saçmalayabiliriz, normal- büyük bir sabır ve sevgiyle cevaplar. Kafamdaki "ideal çocuk doktoru" profili budur.)

Günler geçtikçe soracağımız daha çok şey oluyor ancak whatsapp ile iletişimimiz bir yere kadar ilerliyordu. Bir gün bize göre önemli (muhtemelen aslında önemsiz) bir soru sorduk ve cevap alamadık. İşte o gün Serdar resti çekti ve yeni bir doktor aramaya başladık.

Yine çok şanslıydık, karşımıza Mehmet Can gibi mükemmel bir çocuk doktoru çıktı. Daha sitesine girer girmez kendisine ısındım, şöyle demişti:

Çocuklarınızı; korkmadan, üşenmeden, bıkmadan, doyasıya kucaklayınız.
Çünkü; gün gelecek kucağınıza, gün gelecek yatağınıza, gün gelecek
yuvanıza sığmayacaklar!  


Sitesini biraz kurcaladığımda 4 çocuk sahibi, whatsapp'la iletişimi soğuk bulan, "beni lütfen her saat arayın" diyen, sorularıma (gecenin 3'ünde dahi olsa) büyük bir sabır ve sevgiyle cevap veren, Arda'yla çok güzel iletişim kuran ve oğluma mama/devam sütü/... gibi abudik gubudik şeyleri asla önermeyen bu tatlı doktoru daha çok sevdim.

İlk gittiğimizde bizi karşısına aldı ve uzun uzun konuştu, bebeklerin ağlama nedenlerinden tutun da, nasıl emzirmem gerektiğine kadar her şeyi anlattı. Benim gibi çok konuşmayı ve çok öğrenmeyi seven biri için bu bulunmaz bir nimet!

Arda'yı Mehmet Bey'e götürmeye başladıktan sonra anladım ki aslında çocuk doktorunu seçmek ÇOK önemliymiş! En az doğumu yapacak doktoru seçmek kadar önemli! Üstelik bebek ilk doğduğunda hem daha sık doktora gidildiğinden, hem de daha çok bilinmezle karşı karşıya kalındığından en baştan itibaren iyi bir doktorla başlamak gerekirmiş.

Siz siz olun, eğer hamileyseniz daha doğum gerçekleşmeden çocuk doktorunuzu iyice araştırın. Gidin, görüşün, içinize sindirin. Bebeğinizi emanet edeceğiniz doktorunuzu seçmek sandığınız kadar kolay olmayabilir..

12 Kasım 2015 Perşembe

Hey 15'li 15'li..

"Doğan büyür" diyenlere gözlerimi (içimden) devirdiğim doğrudur. İlk günler nasıl geçmek bilmediyse artık, Arda'nın hiç büyümeyeceğine, bir daha asla istediğim gibi banyo bile yapamayacağıma çok emindim. Lohusalık işte; beyin hücreleri yanıyor tabi, mantıklı düşünemiyor insan!

Daha 2 gün evvel doğuma gitmiyor muydum? Hani karnım burnumdaydı da ayaklarımı bile göremiyordum. Yahu dün daha Arda dönencesini takip etti diye evde Kızılderili dansı yapmamış mıydık? Daha demin ilk "agu"sunu söylememiş miydi??

(Arda doğduğunda çekilen o muhteşem kare.. Arda ve kakası :)) )

Vay beee... 10 ay olmuş! Ne zaman olmuş? Nasıl olmuş? 



Hakkaten doğan büyüyormuş arkadaş!

Doğan büyüyormuş. 

10 Kasım 2015 Salı

Blogger olmanın nimetleri(!)

Blog yazmaya 5-6 yıl önce başladım. Yazdığım her blogumun amacı aynıydı; dijital günlük tutmak ve insanlarla bir şeyleri paylaşmak. Ben başladığımda buralar daha dutluktu, herkesin amacı da 3 aşağı 5 yukarı buydu.

Sonra bir patlama oldu; blogger patlaması. O sırada annemin şirketinde çalışıyordum, kozmetik ürünleri üretiyorduk. Sanki sözleşmişler gibi (ya da sözleşmişler miydi?) sürekli bloggerlardan mailler gelmeye başladı. İçerik hemen hemen hepsinde aynıydı; "xxx kadar takipçim olan abc.com blogumda ürünlerinizi tanıtmamı ister misiniz?" ve tabi ki "aşağıda bulunan birbirinden güzide bloggerlarla yiyeceğiz, içeceğiz, adına blogger buluşması diyeceğiz, yediğimizi/içtiğimizi bedavaya getirmeyi bırakın, bir de üstüne sizden hediye isteyeceğiz".

Ben bugüne kadar denemediğim hiçbir şeyi yazmadım, zinhar parayla bir tanıtım yapmadım. Zaten aktif olan 4 bloguma baksanız, toplamında 4 üründen bahsetmiyorumdur. Bahsettiklerim de gerçekten araştırıp, parasını verip aldığım ve kullandığım ürünlerdir. Beğenmezsem de neden beğenmediğimi yazarım. Blog yazmanın amacı bilgi paylaşmak değil miydi??

Gel zaman git zaman, pireler deve, bloggerlar tellak oldu. İçerikleri aynı, kendi düşüncelerinden tamamen arınmış, mis gibi advertorial yapar oldular. Düşünmelerine gerek yoktu, yazmak için uğraşmalarına da... Ajansların ellerinden mis gibi çıkan yazıları kopyalayıp yapıştırdılar, misss gibi blog sahibi oldular.

Bu da yetmedi, takipçi "satın aldılar", like "satın aldılar" trafik "satın aldılar". Hiçbir şeyi kendilerinin yapmalarına gerek yoktu. Birazcık yatırımla tüm kozmetik, yeme-içme, tatil ihtiyaçlarını bedavaya getirmenin harika yolunu buldular. Ürün/hizmet talep edip de karşılık bulamadıklarını ise itinayla tü-kaka diyerek karaladılar.

Hadi bu işin geyik kısmı. "Ayy bu fondöten cildimi mükemmel kapattı!" sana ne kadar zarar verebilir ki? En fazla bütçene zararı olur; gereksiz ve işe yaramayan bir ürünü daha alırsın. Ancak olayın daha tehlikeli bir boyutu var: Anne blogger'lar.

Anne blogger'lar (ki sonuçta ben de bir anneyim ve blogger'ım ama bu bahsedeceğim arkadaşlarla asla aynı şeyi yapmam) genellikle instagram üzerinden ve yine genellikle bebeklerinin birbirinden şirin (!) binlerce fotoğrafını paylaşarak ünlenmiş durumdalar. Bunun bence en belirgin sebebi, yazacak şeylerinin azlığı ve bebeklerini herkesin önüne sürerek onların üzerinden popülerite kazanmanın kolaylığı. Çoğunun blogunda gerçekten bir blog yazısı görmek için epey araştırmanız gerek.

Sorun nerede derseniz, bu anne blogger'lar örneğin "anne sütüne eşdeğer" olduğunu iddia eden mama firmalarının (ki bu ayrı ve uzun bir yazı konusu) lansmanlarına katılıp "aman da bebeğime ne güzel devam sütü zıkkımlıyorum" şeklinde yazılar yazarak onları çılgınlar gibi takip eden binlerce annenin bebeklerini (bana göre) zehirlemelerine ön ayak oluyorlar. Veya aslında çocuğunda denemediği ve muhtemelen denemeyeceği bir kozmetik ürününü (misal pişik kremi) yazıp, ne kadar mikemmel olduğunu anlatıyorlar. Grip aşısı, televizyon kanalı, organik bebek maması, gaz giderici çay, süt arttırıcı içecek..

Diyeceğim o ki, blog okurken daha dikkatli olmak lazım, yazı başına 1.500 TL aldığı için mi yazmış, yoksa gerçekten denemiş de mi yazmış bakmak lazım. En önemlisi de internet denen bilgi çöplüğünde her gördüğüne, her okuduğuna inanmamak lazım.

Bulaşık makinesinde Arap sabunu kullanmak ya da kullanmamak.. işte bütün mesele bu!

Efendim bu iş kendi çapımda epeyce çetrefillendi.. Şöyle ki; Arap sabununun markası, kıvamı, konan miktarı ve yıkama derecesi ile alacağınız sonuç epey alakalı.

Bendeki Arap sabununun markasını bilmiyorum (kayınvalidem fazlaca alıyor ben de ondan araklıyorum :P ) Dikkat edilmesi gereken hususlar:

- Makinenin en yüksek derecesinde ve uzun programda yıkama yapmak gerek (65-70 oC)
- 1 tatlı kaşığı Arap sabunu kafi geliyor, fazlasını koymamak gerek
- Lofçalı diye bir markayı kullanan bir arkadaş memnun kalmış, ABC kullanan bir diğeri ise aynı benim yaşadığım sorunu yaşamış..
- Elma sirkesi muhakkak kullanmak gerek.
- Her makinenin programı aynı değil, bunu da göz önüne almak gerek.

Tüm bunları göz önüne alarak tekrar deneyeceğim. Bir de sıvı Arap sabunu aldım, katısıyla yine aynı sonuç olursa sıvıyla deneyeceğim. Eğer yine sonuç hüsran olursa organik veya doğal (olduğuna inanmak istediğim) bir bulaşık makinesi deterjanı alacağım. Artık kısmet :)

Siz siz olun, bebeğinizin bulaşıklarını makinede Arap sabunuyla yıkamayı deneyecekseniz, öncelikle 3-4 parça kendi tabak-çanağınızdan koyun. 4 gündür aynı bulaşıkları belki 25 kere yıkadım, kaynar sularda beklettim, neler neler yaptım. Hala tam çıkmadı :( Ah kafasız kafam! 

5 Kasım 2015 Perşembe

Veee beklenen sonuç...

...

Maalesef hüzün :(

Olmadı, olamadı. Arap sabunu artıkları bulaşıklarımın üzerine adeta yapıştı da çıkmadı.

Allah'tan bugün Hamide günüm (=temizlik günüm) de kadıncağıza gazladım onca bulaşığı. Yoksa kafayı yerdim! Son bir umut durulama programında çalıştırdım ama ı-ıhh. Bir de Arap sabununun o korkunç kokusu da bonusum oldu. 

Neden olmadı, nasıl olmadı, olan nasıl oldurdu gibi onlarca sorum var. Hemen bilim adamı önlüğümü giyiyor ve internet dehlizlerine araştırmalara dalıyorum. Tek bir deneyle pes edecek değilim, bekle beni deney dolu günler. 

Eğer başarılı olan bir formül bulursam derhal paylaşacağım. 

Ay hadi inşallah!...

Ev Yapımı Elma Sirkesi (İbrahim Saraçoğlu Stayla)

Annem tam bir "sağlıklı yaşam" delisidir. Çok yoğun bir iş temposu olmasına rağmen evimizde dönem dönem her türlü abudik gubudik doğal şeyi dener, muhakkak her gün değişik bir şey içirir bize.

Kefir, kombucha (nam-ı diğer kombu çayı), maydanoz-limon suyu bunların başlıcaları. Bir ara ev kombucha mantarı üretim tesisine dönmüştü. Kavanoz kavanoz herkese dağıttı kadıncağız. Hala içiyor kendisi.

En son ev yapımı sirkeye taktı kafayı. Bir dönem her sabah 1 bardak suya 1 yemek kaşığı elma sirkesi (marketten aldığımız, Kühne marka) koyup içiyordu. Bütün sindirim sistemini temizlediğini düşünüyordu. Bir süre sonra midesi yandı, vazgeçti. Ama elma sirkesine olan takıntısından vazgeçmedi.

Sonunda aradığı tarifi İbrahim Saraçoğlu'ndan bulmuş, hemen yaptı ve hepimize dağıttı. Tarifi şöyle:

Malzemeler:
8 tane kırmızı elma
2 litre içme su
2 yemek kaşığı bal
1 tatlı kaşığı tuz (tercihen kaya tuzu)
2 litrelik cam kavanoz

Bana verdiği tarif şöyle: Elmaları güzelce sapından ve çekirdeğinden ayırıp doğrayarak kavanoza koy. Su ve diğer malzemeleri eklemiş ve kavanozun ağzına tülbent koyarak lastikle bağla (burası önemli, ağzını tülbentle kapamazsak böceklenirmiş). İlk hafta her gün karıştır, sonra haftada bir karıştır.  1 ay sonunda üzerinde sinekler oluşunca sirken tamam! Sirke hazır olduğunda kombucha'daki gibi bir maya tabakası oluşacak, bu altından da daha değerli diyor İbrahim Saraçoğlu. Bir sonraki sirkeni bal koymadan, bu mayayla mayalayabiliyorsun. Mayalar benimkinde durdukça üste çıkıyor, resimde yine tabana çökmüş zibidiler :))



Önceleri yeşillikleri yıkadıktan sonra elma sirkeli suya yatırıyordum, artık bulaşık makinemde de parlatıcı olarak kullanıyorum kendilerini.


İbrahim Saraçoğlu'nun kendi sitesinde* bir başka tarif daha buldum, onu da paylaşayım, isteyen dilediğini yapsın, maksat kamuya hizmet olsun :D

Malzemeler:
4 adet elma
6 tane nohut
1 tatlı kaşığı toz şeker
1/2 çay bardağı kadar sirke
Bir miktar su

Tarifi:
Öncelikle elmanın sapı çekirdekleri ve dipleri temizlenir. Elma 5-6 parçaya bölündükten sonra kavanoza atılır. Sonrasında üzerine tuz, şeker, sirke ve nohutlar eklenir. Kavanoza elmanın seviyesini geçecek kadar su eklenir. Sonrasında temiz bir bez ile üzeri örtülür ve bez bir lastik ile bağlanır. 15 gün boyunca karanlık bir ortamda beklenir ve sonrasında süzülerek kullanılır.


*Kaynak: http://dribrahimsaracoglu.com/ibrahim-saracoglu-elma-sirkesi-yapimi/

4 Kasım 2015 Çarşamba

Bulaşık makinesi vs. Elde yıkama

76 cm boyutunda bir insanın 160 ve 180 cm boyutundaki 2 insandan daha fazla çamaşır çıkarmasına tam alışmıştım ki ek gıdalara geçtik.

Arda'ya 2-3 günde bir yoğurt mayalıyorum, 2 günde bir yeni yemek pişiyor. Gustosu yüksek haspamın, öööyle senin-benim yiyemeyeceğim şeyleri asla yemez. Tadı tuzu yerinde olacak, mümkünse bol etli olacak (amma çok et seviyor yahu), yoğurdu muhakkak yanında olacak.

Neyse efendim, uzatmayayım, adamın bizden çok bulaşığı çıkıyor. Yahu tam yıkıyorum kuruluyorum, hoop 10 parça daha. Beyefendinin organik bulaşık deterjanı ve pamuklu bulaşık yıkama beziyle sıcacık suda yıka babam dur. Bitmeyen (ve ancak itinayla beni bitiren) bir döngünün içine girdik. Ellerim kurudu yeminle!

Bu hafta artık kendi içimde isyan ettim. Ben kimyagerim, deterjanların ne menem bir şey olduğunu (hele ki parlatıcıların, ouuvv) iyi bilirim. Ama diğer yandan bulaşık makinesindeki ısıda ve tazyikte yıkayamayacağımı da pek ala biliyorum. Günlerdir makineye koyduğum parlatıcının bitmesini dört gözle bekliyordum.

Sonunda dün bitti. Parlatıcı gözüne canım annemin elcağızlarıyla yaptığı elma sirkesini (tarifi burada) itinayla koydum. İnternette araştırırken sonradan öğrendim ki özellikle elma sirkesini öneriyorlar, üzüm sirkesi koymayın diyorlar. Kokudan mıdır bilemem. Bizimkisi mis gibi elma sirkesi.

Bulaşık deterjanı gözüne de yüzyılların ürünü Arap Sabunu koydum. Bende jölemsi gibi olan, katıca sabunlardan vardı. Sonradan öğrendim ki insanlar sıvı arap sabunu denemişler ama başarılı olmamışlar. Alacaksanız eski tip, koyu kıvamlı olanlardan alın***.

Makineyi çalıştırmayı ise unuttum :)))) Bu akşam çalıştırıp sonuçları yarın yazacağım. Eğer başarılı olursa günlük yarım saat kazandım demektir.

Siz çalışan bir anne için evde kazanacağı yarım saat ne demek bilir misiniz??

Hadi hayırlısı..

*** Bu konu bir muamma, katı olduğu için erimiyor Arap Sabunu ama markayla da çok alakalıymış. Bu nedenle makineye benim gibi bulaşıkları doldurup denemek yerine, 2-3 parçayla denemeler yapmak çok önemli..

Lohusalık... Zor zamanlar!

30'lu yaşlarına gelip de yeni anne olmuş çevremdeki onlarca arkadaşımın yaşadığı buhranlara şahit olarak geçirdim hamileliğimi. Sinir krizleri, ağlama krizleri, meme krizleri, krizlerden kriz beğeniyordu herkes. "Demek bu işin fıtratında bu var" dedim ama bir yandan da düşünmeden edemiyordum; annelerimiz nasıl yapmışlar, nasıl altından kalkmışlardı?

Yazının başındaki "30'lu yaşlar" ibaresi kilit noktaymış meğer. İnsanın enerjisinin yıl-be-yıl (hatta gün-be-gün) düştüğü bir gerçek. 24 yaşındayken zaten gece uyumuyordum ki, ha ben eğlenceden eğlenceye gezdiğim için uyumuyordum, annem de beni büyüttüğü için uyumuyormuş. Sonra büyüdüm (ya da yaşlandım, adına ne derseniz) ve gece geç saatlere kadar oturmak hiiiç de cazip gelmemeye başladı. 12 dedin mi gözlerim kapanıyordu, zaten tüm gün çalış, trafikle boğuş, halin kalırsa 2 arkadaşınla görüş, eve gel evle uğraş derken akşama hali mi kalır insanın?

30 yaşıma geldim ve son birkaç yıldır iyice oturan bu rutinime bomba gibi düştü Arda. Allah'ım bebek bebek değil, 18 yaşında ergen mübarek! Gece 02:00'den önce uyumaz, sonra da saat başı uyanır uykuya geri dalamaz. Ne zordu yarabbim!!..

Diyordum..

Meğer zor değilmiş :) Meğer zaman geçtikçe bazı şeyler kolaylaşırken genel anlamda birçok şey zorlaşıyormuş.

Bunları bana yeniden düşündüren şey ise yeni doğum yapan bir arkadaşım. Uzun süre beklenen bir hamilelik ve güzel bir doğum (kendisinin arzusuyla olan sezaryen) sonucu dünya tatlısı bir oğluşları oldu. Biz de tabi ziyarete gittik. Aslında bebek günün 20 saati uyuyor, ama tabi genellikle gündüz vakitleri!.. Eh, bu düzene alışamayan yeni lohusa için her şey çok zor. Hep emmek istiyor, memede huzur buluyor, memeden alınca haliyle ağlıyor. Ama anne yorgun, şaşkın, evde sürekli birileri olduğu için belki de huzursuz. Ve tekrar diyorum, anne yorgun!

Arda doğalı henüz 10 ay bile olmadı ama anlıyorum ki aslında o ilk zamanlar aslında çok da zor değilmiş. Ama bana hayatımın EN zor (açık ara EN ZOR) zamanı Arda'nın ilk doğduğu birkaç hafta gibi gelmişti. Yok, biz bir daha hiç yalnız kalamayacaktık. Mümkün değil, ben bu çocuğa değil tek başıma bakmak, altını bile tek başıma değiştiremeyecektim. Göğüs uçlarımın ağrısı yüzünden emzirmek işkenceye dönmüş, uykusuzluktan dokunsan ağlar hale gelmiştim.

Ne mi yapmalıymışım? Arda uyur uyumaz (gece/gündüz/evde biri var/yok bakmadan) ben de cumburlop yatağa girmeliymişim. Arda'nın gazından evvel kendi gazımı düşünmeli ve bol bol rezene&kimyon çayı yapıp güzel müzikler dinlemeliymişim. Oluşan gaz nedeniyle gerim gerim gerinen dikişlerim için doktorumu aramalı, şu lanet gazı halledecek daha etkili çözümler istemeliymişim. Yardım etmek isteyenlerin tüüüm tekliflerini kabul etmeli, "ama ben montofol muyum? Emzirmekten başka hiçbir şeyini yapmayacak mıyım ben bebeğimin?" gibi saçma bir ruh haline bürünmemeliymişim.

Eee boşuna demiyorlar 2. bebekler hep daha kolay büyüyor diye. Anlamak için yaşamak gerek.

Ha bir de, yaşananları hiiiç gözünde büyütmemek gerek. Bebek bu, ağlar, üstüne (afedersin) sıçar, kusar, memeden ayrılmaz, uyumaz, sonunda da büyür. Sen de tüüm o korkunç zamanları bir güzel unutursun.

Unutuyorsun. Unutmalısın :)